Beş vakit farz namazın cemaat hâlinde kılınması hadîs-i şeriflerde üzerinde durulan konulardan birisini teşkil etmektedir. Bu konudaki hadislere bakıldığında dikkat çeken en önemli hususlardan bir tanesini, cemaatle kılınan namazın faziletiyle ilgili muhtelif üslup ve içerikteki ifadeler oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) birçok hadisinde, cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan daha faziletli olduğunu ifade ederek Müslümanları cemaatle namaz kılmaya teşvik etmiştir. Bu konuda zikredilen bazı hadislerde fazilet konusunda genel ifadeler kullanılırken, bazı hadislerde ise fazilet derecesi olarak sayısal değerlere yer verilmiştir. Sayısal değerlerin zikredildiği hadislerde ise “yirmi küsur”, “yirmi dört”, “yirmi dört veya yirmi beş”, “yirmi beş”, “yirmi yedi” ve “yirmi yedi veya yirmi beş” şeklinde farklı dereceler zikredilmiştir. Hatta bir hadiste, kırda kılınan cemaatle namaz için “elli” dereceden bahsedilmiştir. Haliyle bu durum, hadisler arasında zahiren bir tenakuz varmış gibi düşünceye sebep olmuştur. İşte bu makalede, bu konudaki hadislerin senet ve metin değerlendirilmeleri ele alınarak hem hadislerin sıhhati, hem de hadislerde kastedilenin ne olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır.
|
Görünüşte birbirine zıt gibi algılanan rivayetleri ve makbûl hadisler arasında görülen ihtilâfı konu edinen ihtilâfü’l-hadîs, hadis ilimleri içerisinde önemli bir disiplin olmakla birlikte ele aldığı rivayetlerin ilişkili olduğu diğer alanları yakından ilgilendirmesi sebebiyle farklı açılardan tetkik edilmeyi hak etmektedir. Kadının mahremsiz yolculuğu hakkındaki hadisleri ve bu hadislerde görülen ihtilâfları ön plana çıkararak meseleyi ele alan bu makale, ilgili rivayetleri ihtilâfü’l-hadîse konu olmaları cihetiyle incelemektedir. Çalışmada Tahâvî’nin (ö. 321/933) Şerhu me‘âni’l-âsâr’ında konuyla ilgili nakledilen ihtilâflı rivayetler esas alınarak, bunların ihtilâfü’l-hadîs literatüründe nasıl değerlendirildiğine yoğunlaşılmıştır. Kadının mahremsiz yolculuğu hakkındaki rivayetlerde ihtilâfa neden olan hususları tespit etmek üzere ilgili konunun ihtilâfü’l-hadîs literatürü içerisinde nasıl ele alındığını ortaya koymak amacıyla İmâm Şâfiî’nin (ö. 204/820) İhtilâfü’l-hadîs’ine de yer verilmiştir. Makalede rivayetlerdeki ihtilâfı esas alarak konuyu tetkik eden farklı literatürden eserlere örnek olmaları açısından temel şerh ve fıkıh kitaplarının yanı sıra bazı muasır çalışmalar da dikkate alınmıştır.
|
Adalet, hadis râvilerinde aranan temel vasıflardandır. Râvinin, Müslüman, âkil ve bâliğ oluşunu, dinî ve ahlâkî olgunluğunu ifade eder. Bu vasfın tespitinde şöhret ve tezkiye olmak üzere iki usul bulunmaktadır. Şöhret, râvinin, adaletiyle tanınıyor olması iken tezkiye, onun iki (muaddil) tarafından ta’dîl edilmesidir. İbn Abdilber’in (ö. 463/1071) dillendirdiği bir başka usule göre ise hadis ilmindeki titizliği bilinen her ilim sahibinin âdil olduğu düşünülür ve durumu, cerh edildiğini veya çokça yanıldığını gösteren kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar daima adalete hamledilir. İbn Abdilber bu noktada birçok sahâbîden nakledilen merfû bir rivayeti esas alır. “Bu ilmi her neslin âdil kişileri taşır. Onlar bu ilmi aşırıların tahriflerine, câhillerin tevillerine ve bâtıl ehlinin yanlış düşüncelerine karşı korurlar.” şeklindeki bu hadis İbn Abdilber dışındaki bazı âlimler tarafından delil sayılması yanında ciddi şekilde de eleştirilmiştir. Bu çalışmada mezkûr hadisin ulaşılabilen tarikleri ve metinleri ele alınarak sıhhat durumu ve delil olmaya elverişli olup olmadığı hususu ortaya konulmaya çalışılacaktır
|
Kur’ân’ın rehberliğinden yararlanabilmek için Kur’ân’ı anlamak, Kur’ân’ı anlayabilmek için Kur’ân dilini ve anlama yöntemlerini bilmek gerekir. İnsanların bilgi birikimleri ve anlama ye-teneklerine bağlı olarak müphem olan âyetleri ve çok anlamlı kelimeleri anlamlandırmada fark-lılıklar ortaya çıkarmış, Kur’ân dilinin başka dillere aktarılmasında bu farklılık kendisini gös-termiştir. Kur’ân’ın farklı anlaşılıp farklı sonuçlar çıkartılan âyetlerinden biri Nûr Sûresinin üçüncü âyetidir. Âyetin farklı anlaşılmasının sebebi âyetteki “nikâh” kelimesinin çok anlamlı olmasıdır. Nikâh kelimesi, sözlükte “evlenmek” ve “cinsel ilişkide” bulunmak anlamına gelir. Bu kelime Kur’ân müfessirlerinin bir kısmına göre “evlenmek”, bir kısmına göre “cinsel ilişki-de” bulunmaktır. Bir kısım müfessire göre âyetin hükmü aynı sûrenin 32. âyeti ile yürürlükten kaldırılmıştır, bir kısım müfessire göre âyet, bir hüküm içermemekte, sadece müminleri zinadan sakındırmaktadır. Doğrusu âyetin bağlamı dikkate alındığında âyette geçen “nikâh” kelimesi-nin “cinsel ilişki” anlamında olmasıdır. Âyetin mensuh oluğuna dair de bir delil yoktur. Âyet, sadece sakındırma değil, zinayı müminlere kesin olarak haram kılındığını beyan etmektedir.
|
Yaygın eğitimde etkin şekilde kullanılan süreli yayınlar ve süreli yayınlar içerisinde özellikle dergi, eğitimin önemli bir aracıdır. Süreli yayınlar, toplumun geniş ve farklı kitlelerine aynı anda hitap edebilmesi ve hedef kitle üzerinde etkili ve uzun soluklu olması nedeniyle yaygın eğitimde oldukça önem taşımaktadır. Dinî bilgilerin geniş kitlelere aktarılmasında ise dinî süreli yayınlar yaygın din eğitiminde etkili bir rol oynamaktadır. Ülkemizde yaygın din eğitimi resmi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmekte ve kurum bunu çeşitli vasıtalarla yerine getirmektedir. Bu vasıtalardan biri de süreli yayın olarak dergidir. Bu çalışmada yaklaşık on yıldan beri yayın hayatına devam eden “Diyanet Aile Dergisi”, aile bireylerinin din eğitimine ve huzuruna katkısı açısından değerlendirilecektir. Bu itibarla 2013-2020 yılları arasında yayımlanan Diyanet Aile Dergileri içerik analizi ve tarama yöntemiyle incelenmiştir. Sonuç olarak derginin içeriğinin büyük çoğunluğunun aile bireylerinin din eğitimine, huzur ve mutluluğuna yönelik yazılardan oluştuğu, muhatap kitle için eğitici bir özellik taşıdığı, yazılara din bilimleri çerçevesinden yaklaşılarak okuyuculara aktarıldığı görülmüştür.
|
Arap dilinin ve kültürünün hâkim olduğu bir coğrafyada yaşayan Hz. Muhammed (s.a.s.); söz ve davranışlarını belirlerken yerel kültürden faydalanmıştır. Etkili konuşmak adına duyguların, heyecan ve coşkunun özlü bir seslenişle anlatıldığı nida cümlelerinden ve muhataplara samimi mesajlar veren özlü terkiplerden istifade etmiştir. Öyle ki kritik zamanlarda mühim vazifeler üstlenen ashâba terkipli söz söylemek nebevî üsluplardan olmuş, savaş sırasında sıkıntısını gideren iki sahâbîye “Babam, anam sana feda olsun!” diye seslenmiştir. İnsanı onurlandıran bu tavır ashâbın hoşuna gittiğinden onlar da aynı terkibi kendisine ve birbirlerine karşı kullanmışlardır. Muhatabın takdirini ve ikramını kazanmak için anne babanın feda edilmesi güçlü, etkileyici bir samimiyet örneğidir. Ancak “Anam, babam sana feda olsun!” şeklinde Türkçeye çevrilen bu sözün, İslâm kültürüne has bir terkip olup olmadığının sorgulanması gerekir. Son zamanlarda sıklıkla duyulan “Yâ Resûlallah, canım/anam-babam sana feda olsun!” sözleri de aynı etkinin bir devamı olarak düşünülebilir mi? Bu makalede temel kaynaklardaki verilerden hareketle, tarihî bir yaklaşımla, sözün geçmişten günümüze kullanım şekilleri belirlenerek, günümüzde kullanmanın mahzuru olup olmayacağı üzerinde durulacaktır
|
Bir uygarlığın sanat ve estetik anlayışı onun hakikat anlayışı ile sıkı ilişki içerisindedir. Kur’ân tilâvetinin makamla icrası, Hz. Peygamber’in okuması ve sahâbîlerini teşvik etmesi ile başlamış bir uygulamadır.Çalışmada ilk önce İslâm’da estetik, ölçü kavramları üzerinde durulmuş ayrıca, estetik ile tilâvet ilişkisi ele alınmış, insanın duygu ve düşünce dünyasındaki estetik hissiyat ile Kur’ân tilaveti arasındaki ilişki tahlil edilmiştir. Bu doğrultuda Müslümanların oluşturduğu bazı sanat faaliyetlerinin Kur’ân ile ilişkisi değerlendirilmiş ve bu bağlamda hüsn-i hat, mûsikî ve makam ile tilâvet arasındaki bağlar analiz edilmiştir. Konu, tilâvetin özünde var olan ölçü ve makam ile estetikteki tenasüp ve uyum çerçevesinde değerlendirilmiş, tilâvet ile ilgili teknik konulara girmekten imtina edilmiştir.Kur’ân’ın tilâveti esnasında okuyanın beden dili, jest ve mimikleri, dudak talimi uygulaması ve teknik araçların tilâveti icra etmede önemli olduğu ifade edilmiştir.
|
Mâide Sûresi 27-31. âyetlerde zikredilen hâdise Hâbil ve Kâbil kıssası olarak bilinir. İslâmî kaynaklarda Hâbil ve Kâbil’in çoğunlukla Hz. Âdem’in öz çocukları olduğu kabul edilmektedir. Kıssaya göre Hâbil ve Kâbil arasında bir anlaşmazlık husule gelmiş, Hz. Âdem haklı olanı belirlemek için Allah’a birer kurban takdim etmelerini emretmiştir. Hâbil’in kurbanının kabul edilmesi üzerine Kâbil buna öfkelenmiş, kardeşine onu öldüreceğini söylemiştir. Aralarında geçen tartışmada Hâbil sağduyulu davranmış, öfkelenmemiş; Allah’tan korktuğunu, bu yüzden asla kardeşini öldürmeye teşebbüs etmeyeceğini, buna teşebbüs edenin sonunun cehennem azabı olacağını söylemiştir. Hâbil’in sözlerinden onun Allah ve âhiret inancına sahip olduğu ve davranışlarında bu inancın etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de de Allah’a ve âhiret gününe iman etmenin kişiye kazandırdığı erdemli davranışlara işaret eden âyetler bulunmaktadır. Kâbil ise nefsine aldanıp, öfkesine yenilmiş ve kardeşi Hâbil’i öldürmüştür. İslâm düşünce sisteminde “öfke” insanî bir duygu olarak kabul edilmekle beraber kontrol edilebileceği görüşü hâkimdir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde -Allah’ın emirlerini alenen çiğneme durumu hariç- aşırı bir şekilde öfkelenmenin zararlarına işaret edilmiş ve affetmenin cezalandırmadan daha erdemli bir davranış olduğu belirtilmiştir.
|
Bu makalede el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyü ani’l-münker âyetlerinin kronolojisi kapsamında nüzûl zamanı ve sebeplerinin belirlenmesi hedeflenmiştir. İslâm düşünce dünyasında çok geniş bir alana karşılık gelen el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyü ani’l-münker âyetlerini Kur’ân ilimleri açısından ele alan çalışmaların nicelik ve çeşitlilik açısından da aynı genişlikte olduğu düşünülse de özellikle erken dönem kaynaklarda ve güncel çalışmalarda söz konusu âyetlere tefsirin bir konusu olması açısından fazlaca değinilmemiştir. Bu prensip geçmişten günümüze ağırlıklı olarak kelâm disiplini içerisinde mütalaa edilmiş ve tartışılmıştır. Tefsir çalışmalarının aslî hedefi âyetlerin nüzûl dönemlerinde ilk muhatapları tarafından nasıl anlaşıldığını ortaya koymaktır. Makalede aslî anlamlarına ulaşmada bir katkı olması açısından bağlama dair tüm veriler bir araya getirilerek söz konusu âyetlere bir kronoloji belirlenmeye çalışılmıştır. Buna göre; el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyü ani’l-münker âyetleri kronolojik olarak Lokmân 31/17; el-A'râf 7/157; el-Hac 22/41; Âl-i İmrân 3/104, 110, 114; et-Tevbe 9/67, 71, 112. âyetler sıralaması ile nâzil olduğu anlaşılmaktadır.
|
Diyarbakır Ziya Gökalp Yazma Eser Kütüphanesi bünyesinde, yazı dili Arapça olan 115 adet kırâat ve tecvid ilimlerine dair yazma eser bulunmaktadır. Çalışmamızda; bu kütüphanede bulunan kırâat ilmiyle ilgili kaleme alınmış eserler tespit edilip haklarında bilgi verilmiş, demirbaş kayıtlarındaki hatalı telif isimleri düzeltilmiştir. Ayrıca müellif bilgisi bulunmayan eserlerin müelliflerine yer verilmiş ve bunların içinde yer alıp da demirbaş listesinde adı geçmeyen bazı risâlelerin tespiti yapılmıştır. Bu sayede kütüphane kataloğunda yer almayan veya katalogda yer aldığı hâlde eksik bilgiler içeren eserlere dikkat çekilerek kırâat alanında çalışacak olan akademisyen ve araştırmacılara katkı sağlanması hedeflenmiştir.
|