Hanefî-Mâtürîdî çizgide kelâmcı özelliğiyle öne çıkan Ömer Nesefî, dinî ilimlerin birçok dalında eser vermiş bir düşünürdür. Onun ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı Matla’u’nNücûm ve mecme’u’l-‘ulûm adlı çalışması, çeşitli disiplinleri bir araya getirmesi yönüyle ilimler tasnifi geleneğinde değerlendirilmesi gereken bir eserdir. Nesefî’nin bu çalışmasında gerek kendisine gerekse başka müelliflere ait eserlere doğrudan veya muhtasar veyahut da tercüme ederek yer verilmesi dikkat çeken bir husustur. Adı geçen eserin tek nüshasının tıpkı basımı gerçekleştirilerek ilim dünyasına kazandırılması önemli olduğu kadar, içeriğine yönelik çalışmalar da aynı şekilde önem arz etmektedir. Bu makale, bir yandan Matla’u’n-Nücûm ve mecme’u’l-‘ulûm adlı eserin içeriğindeki ilimler hakkında detaylı bilgi vermeyi hedeflerken diğer yandan da bu eserin -Nesefî’ye kadarki süreçte- ilimler tasnifi geleneğindeki yeri ve önemini tespit etmeyi amaçlamaktadır.
|
İsimler, bir varlığı tanımlamaya, açıklamaya yarayan sözlerdir. Bu anlamda isimler, felsefe içerisinde kendilerine yer bulmuş ve zamanla bazıları kavramsallaşmıştır. Felsefede Tanrı için kullanılan bazı özel isimler mevcuttur. Bu isimler, Tanrı tasavvurunun anlaşılmasında önemli bir role sahiptir. İslam filozoflarından İbn Sînâ, Tanrı tasavvurunu sistematik felsefesi içerisinde belirli isimler üzerinden ortaya koymaktadır. Bu makalede, İbn Sînâ'nın Yaratıcı için hangi isimlerikullandığı ve bunlar üzerinden nasıl bir Tanrı tasavvuru ortaya koyduğu belirlenmeye çalışılmıştır. Bunun için genel olarak İbn Sînâ'nın varlığı incelediği metafiziğe dair eserleri dikkate alınmıştır. İbn Sînâ, Yaratıcı'yı nitelemek üzere genel olarak şu isimleri kullanmaktadır: Zorunlu Varlık (Vâcibu'l-Vücûd), İlk/İlk İlke (Evvel, Mebde-i Evvel), Allah, Bâri'/Sâni‘. İbn Sînâ'nın bu isimleri rastgele seçmediği açıktır. Onun Tanrı'dan bahsederken zata ilişkin vurgu yapmak istediğinde Zorunlu Varlık; varoluş sürecini açıklarken İlk İlke; selbi ve izafi levazımdan söz ederken Allah ve her türlü eksiklikten tenzih için ise çoğunlukla Bâri' ismini tercih ettiği söylenebilir. Ancak bu isimlendirmelerin hepsinde Tanrı'nın varlığının zorunluluğuna, basitliğine, birliğine ve varlık verici oluşuna değinilmektedir. İbn Sînâ'nın Tanrı'yı çoğunlukla olumsuzlama yöntemiyle açıklama yolunu tercih ettiğinden ve tevhid temelli tenzihi bir Tanrı tasavvuru ortaya koyduğundan bahsedilebilir. Ayrıca isimler ve onlara dair açıklamaları onun Tanrı anlayışında hem felsefî dilin hem de din dilinin hakimiyetini göstermektedir.
|
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sayıları ve etkileri gün geçtikçe artan yeni dini hareketlere ilişkin tartışmalar, uzak doğu kökenli dinlerin ritüellerini temsil eden meditasyon ve yoga gibi tekniklerin ön plana çıkmasını beraberinde getirmiştir. Yeni medyanın ve özellikle sosyal medyanın sunduğu imkânlar sayesinde uzak doğu kökenli dini hareketlerin instagram, facebook ve twitter gibi sosyal ağlardaki görünürlükleri her geçen gün artmıştır. Bu hareketler, sosyal ağların etkileşimsel karakteri sayesinde, kendilerini seküler kitlelere tanıtabilmekte ve popülaritelerini artırarak yeni üyelere daha kolay ulaşabilmektedir. Böylece sosyal ağların imkânlarını kullanarak düzenledikleri sanal ritüeller yoluyla faaliyetlerini sürdürmektedir. Sosyal ağların hikâyeleri ve paylaşımları öne çıkarma özelliğinden de yararlanan bu hareketler, sosyal medya platformlarındaki canlı yayınlar ile üyelerine etkileşimsel bir ortam yaratmakta ve anlık geribildirimler sunmaktadır. Bu yolla sanal ortamda faaliyetlerini yaygınlaştırıp çeşitlendirirken, ironik bir biçimde ortadan kalkacağı iddia edilen dine ve maneviyata yönelik ilginin de yeniden canlanmasına aracılık etmektedir. Bu bağlamda, dinsel ve maneviyatçı bir akım olarak Sahaja Yoga (Sağlıklı Yaşam) Hareketi, Budist bir geleneğe ilişkin ritüelleri dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaştırma imkânı elde etmiştir. Ülkemizin çeşitli bölgelerinde bulunan temsilciliklerinde kolektif çalışmalar yürüten hareket, esasen ana merkezi İstanbul Serin Esinti Meditasyon Evi’nde sosyal ağlar üzerinden de üyelerine ücretsiz meditasyon hizmeti sunmaktadır. Dinsel/maneviyatçı ilgi etrafında örgütlenen sanal bir topluluk özelliği taşıyan Sahaja Yoga’nın; sosyal ağlardaki bağlantıları, online hesapları ve paylaşımlarının yanı sıra, meditasyon ve yoga ritüelleri gibi çeşitli faaliyetleri dikkat çekmektedir. Bu çalışmada, yeni dini hareketlerin temel karakteristiklerinden hareketle Sahaja Yoga’nın belli başlı özellikleri, İstanbul Serin Esinti Meditasyon Evi’nde ki online meditasyondan edinilen bilgiler ele alınmakta ve instagramdaki paylaşımları üzerinden sosyal ağlardaki görünürlüğü ‘çevrimdışı-çevrimiçi din’kavramsallaştırması çerçevesinde incelenmektedir.
|
Sahteyi hakikiden ayırmak normalde zor değildir. Sahtenin tespitinde zorlanma yaşanıyorsaiki ihtimal vardır. Birincisi, sahte olanın sahteliğini belli edecek detaylar daha fazla gizlenmeyeçalışılmıştır. İkincisi ise sahte anlaşılmasın diye karşı tarafın alıcılarına müdahale edilmiştir. Birtaraftan sahteliğin ortaya çıkmasına yarayacak detayları gizleme üzerine titiz bir çalışma yapılırken bir taraftan da, sahtenin sahte olmadığı yalanına ağırlık verilir. Sahteliğin ortaya çıkmamasıve hakikiymiş gibi görünmesi için tarih boyunca rüşvet önemli bir işlev görmüştür. Rüşvet sayesinde karar mekanizmaları, vicdanları yaralayan ve haklı olanı cezalandıran kararlar verebilmiştir.Mâide suresinde Peygamber Efendimize yapılan bir hakemlik müracaatı üzerine konu gündemegelmiş, yalan ve rüşvetin soru soran kesim tarafından karar verecek kişi için sıkça kullanıldığıuyarısı yapılmıştır. Bu çalışma, Mâide suresinin 42. ayetinde dile getirilen hususu dikkate alarakinsanın sahte olana nasıl meyledebildiği sorusuna cevap aramakla başlar. Araştırmada bahsi geçenayet-i kerime incelenmiş ve sahteye meyletmekten nasıl korunmak gerektiği hususu üzerindedurulmuştur.
|
We have in this article, tried to study the ‘human model’ which the Qur’an aims to bring up in terms of objectives of education. These kinds of studies about Qur’an objectives are crucial for planning and applying aal of the processes of Islamic education. In order to teach students the doctrine/teaching of the Qur’an in the best way, it should be analyzed the goals which the Qur’an aims to achieve in bringing up by way of the human model and the Qur’an it proposes. Determining objectives of educational process has a great significance and all of the processes of education are gradually affected by these goals. All of the activities in the educational process would be disorganized and aimless unless the objectives of it are not determined carefully. Only after determining the objectives, can we plan teaching and learning atmosphere and choose the correct strategy, methods and techniques and teaching materials to be used for teaching and learning. We can on the other part, get positive results from evaluation and measurement.
|
Bu çalışmada transhümanizm ve posthümanizm kavramlarının Türk okuru ve araştırmacısı tarafından bütün yönleriyle tanınması ve iki kavramın insan bilincinin yeni kapsamı bakımından analizi amaçlanmaktadır. Çalışma, transhümanizmi kendi literatürüne dayanarak, posthümanizmi de kendi literatürüne dayanarak karşılaştırmalı biçimde inceleyen dünyadaki ilk çalışmalardan biridir. Küresel kapitalizmin yeni bir aşaması olan dijital çağ toplumu, biyo-teknolojik gelişmeler, yapay zekâ yoluyla bilinçli bir türe evrilen robotlar, metaların interneti ve online din gibi birçok olgu ve kavram, transhümanizm ve posthümanizm çerçevesinde üretilmiş iki felsefi literatürü tüm dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de gündemine taşımıştır. İnsanın bedensel yetkinliğine göndermede bulunan transhümanizm literatürü ve insanın toplumsal iletişim ve işbölümü çerçevesindeki bilinçsel yetkinliğine göndermede bulunan posthümanizm literatürü, insanların bundan sonraki zamanlarda eskisinden farklı bir bilince evrilecekleri konusunda aynı kanaati paylaşmaktadırlar. Fakat iki kavram, ait oldukları felsefe gelenekleri, kullandıkları argümanlar ve gelecekteki insan hedefleri bakımından birbirinden ayrışmaktadırlar. Her iki kavrama yönelik en önemli eleştiri, iki kavramın da yaşamın anlamı bağlamında yetersiz oluşudur. Ayrıca trans-insanlık kavramı Orta Çağ İslâm tasavvuf literatüründeki insan-ı kâmil kavramının çok farklı düzlemden bir devamı gibi görünmektedir. Günümüzde Müslüman toplumlar da büyük ölçüde dijital toplum özelliklerini kazanmış ve İslâmiyet online din vasfını kazanmaya başlamıştır. Böyle bir dünya ölçeğinde transhümanizm ve posthümanizm Müslüman düşüncenin de katkıda bulunabileceği ortak felsefi gündemleri içermektedir. Bu bakımdan çalışma, transhümanizm ve posthümanizmi tarihçe ve literatür bakımından incelemekte ve onun felsefi bilinç bakımından bütün insanlığın ortak kazanımlarını değerlendirdiğini göstermeye çalışmaktadır.
|
Âlemde var olan kötülük, her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Tanrı’nın varlığı ile uzlaştırılabilir mi? Bu problem gerek Tanrı’ya inanan gerekse inanmayan pek çok insanın zihnini meşgul etmiştir. Kötülük sorunu tarihsel olarak Grek düşünür Epiküros’a dayandırılmaktadır. Epiküros’a göre mutlak manada kadir ve iyi olan bir varlık ile alemdeki kötülüğün varlığı çelişkilidir. Ancak Epiküros’tan daha eski bir metinde yani Eski Ahit’te bulunan “Eyüp” kıssası okunduğunda probleme ilişkin birtakım verilerin olduğu görülecektir. Söz konusu kıssa incelendiğinde Tanrı’nın, Eyüp Peygamberi hem sahip olduğu mal-mülk hem de bedensel sıhhat ile imtihan ettiği görülecektir. Bu çalışmada Eyüp peygamberin başına gelen musibetleri, İslam kelam ekollerinden biri olan Mutezile’den önemli ölçüde etkilenmiş olan Yahudi düşünür Saadia Gaon ekseninde ele alınacak ve onun yaklaşımı ortaya konularak Mutezilî bakış açısı ile benzerlik ve farklılığı ortaya konulacaktır.
|
Bu makale, “dini birlik nasıl oluşturulur?” sorusunun cevabını bulmayı amaçlamaktadır. Bunun için somut bir veri alanı olarak İslam dinine odaklanır. Özellikle Mekke döneminde, çekirdek topluluğu oluşturan ve yönlendiren dini söylemin mahiyetini çözümlemeye yönelir. Çalışma, İslam’da dini birliği oluşturmak için üç farklı söylem türünün takip edildiğini tespit etmektedir. Bunlar, gizli (münezzeh) Allah inanışına yöneltmek, kolektivizmi oluşturmak ve ölçülü korkuyu yaymaktır. Gizli Allah inanışı Allah’ın tenzih edilmesini merkeze alan bir inanıştır. Gizliliği, onun tüm duyulardan soyutlanması ve mahiyeti hakkında tüm tasvir edici bilgilerin yetersiz görülmesidir. Bunun sosyolojik önemi, Mekkeli müşriklerin kışkırtıcı derecede görsel ve duyusal olan paganist inanışlarının diyalektik karşılığı olarak vazedilmiş olmasıdır. Dini topluluğun ilk örneği bu inanç üzerinde inşa edilmiştir. Kolektivizmi oluşturmak ise İslam toplumunu manevi bir çember içine alarak içeridekileri kardeş dışarıdakileri inkârcı ilan etmektir. Birliğin tamamlanması ve sürekli hale gelmesi için kardeşlik yeterli değildir. Aynı zamanda inkârcı toplumdan da ayrı olunduğunun bilincine varılmalıdır. Müminler bu topluma karşı dikkatli olmaya, birlikte hareket etmeye çağrılır. Ölçülü korkuyu yaymak ise İslam literatüründe korku ile ümit arasında olmak deyimiyle ifade edilen durumdur. Korku, mahiyeti tam olarak bilinmeyen büyük bir tehdide karşı uyarmak için verilir. Bu aynı zamanda “neden böyle inanmalıyım, neden inananlar topluluğuna sadık kalmalıyım?” sorularının yanıt bulduğu yerdir. Ümit ise bu korkunun işaret ettiği tehdidin atlatılma ihtimalini gösterir. Bu üç söylem dini topluluğu sadece oluşturmak için değil aynı zamanda devamlı hale getirmek için de kullanılmaktadır. Toplumsal birlik zayıfladığında bunlardan birine başvurmak suretiyle birliği pekiştirme yoluna gidilebilir. Amaç, İslam topluluğunu bir araya getiren dinamiğin sosyolojik olarak çözümlenmesidir. Çalışma, söylem tiplerini tespit etmeye odaklandığı için tipolojik bir çalışma olarak değerlendirilebilir.
|
Sokoto Caliphate was founded in 1804 by Shehu Usmanu Danfodiyo, (1754- 1817), with its headquarters at Sokoto, northern Nigeria. It influences however, extended to all areas of West African sub-region and survived to 1903 when the British forces invaded and occupied Sokoto, the seat of the Caliphate. However, its relevance and legacies in terms of administrative acumen, social and economic policies as well as inventions in science and technology remain relevant for contemporary emulation. The concern of this article is on its administrative structure, check and balances and separation of powers for administrative expediency. One of the strongest reasons for the failure or flop of powers and governments in human history has been concentration of too much power in the hands of an individual or group in a given system. Thus, abuse of power and exploiting it to serve the naïve interest of the powerful to the detriment of the majority citizens who, in most cases, are oppressed and browbeaten characterized tyrannical government, which consequently end up in chaos and pandemonium. It was in recognition of this obvious historical reality that the Sokoto Jihad leaders after the takeover of Hausa governments ensured all efforts and measures for stable power equation in the Caliphate, which did not allow the emergence of dictators, or authoritarian leaders. Power was not separated between the executive, Judiciary, the military and the Council of Shura, but equitably proportioned and collaborated for effective leadership and equitable dispensation of justice. Through this medium people’s opinion were heard and listened to in affairs that affects the day to day running of government, and leaders were subjected to public analysis on all matters of public interest. Similarly, the judiciary, and the hisbah, were integrated in such a way that all, including the Caliph and Chief Judge could be brought before the law and to face justice; the same as the judges’ judgments could be appealed at various levels to redress any miscarriage of justice. Indeed, all arms and arteries of power in the Caliphate were ensured with checks and balances to avoid abuse, thus making the administration of the Sokoto Caliphate on a balanced template for a century. The system of the Sokoto Caliphate therefore, gives and serves as a milestone for the Muslim societies in search of practical and egalitarian system in the contemporary global challenges.
|
Bu çalışmada İslâm ordularının gaza seferlerinin uzandığı önemli yerlerden birisi olan Hindistan konu edinilmiştir. Özellikle Müslümanların ve Türklerin 1206-1320 yılları arasında Hindular ve diğer gayrimüslim topluluklar üzerine düzenledikleri akınların dönem kaynaklarına yansıyan kısımları ele alınmıştır. Muhammed b. es-Sekâfî’nin ordularının miladi 642 yılında başlattıkları İslâm akınları, belli aralıklarla devam etmiştir. Bu doğrultuda Gazneliler ile Gurlular, İslâm akınlarını daha sistemli ve organize hale getirmişlerdir. Bu akınlar, bazı çalışmalarda genel ve özel olarak konu edinildiği için burada ele alınmamıştır. Yine 1320 sonrası Kuzey Hindistan başta olmak üzere Hindistan’ın geneli üzerine düzenlenen İslâm akınları da farklı çalışmalar içerisinde büyük oranda irdelenmiştir. Burada ise son Gurlu Sultanı Muizzeddîn Muhammed’in devlet adamları ve kumandaları arasında yer alan Sultan Kutbeddîn Aybek’in 1190-1210 yılları arasında Türk ve İslâm akınlarını zirveye taşıdığı görülmektedir. Onun 1206’da Delhi Türk Sultanlığı olarak bilinen yeni bir devleti kurması, Türklerin ve Müslümanların önüne geniş bir coğrafyayı açmıştır. Çalışmanın yoğunlaştığı noktada, Kuzey ve Orta Hindistan’da bulunan Hindu yerleşim yerleri ile kralları ve bölge idarecileri üzerine düzenlenen akınları konu edinmiştir. Burada Şemseddîn İl-tutmuş (1210-1236), Sultan Nâsıreddîn (1246-1266), Sultan Balaban (1266-1286), Sultan Celâleddîn Fîrûz Şah Halacî (1290-1296) ve Sultan Alâeddîn Muhammed Şah (1296-1316) gibi sultanların etkili ve büyük oranda da başarılı sonuçlar elde ettikleri görülmektedir. Hindular üzerine düzenlenen akınların özellikle Racastan ve Galyur gibi bölgeler için kolay seferler olmadıkları anlaşılmaktadır. Hindu krallarının yaşadıkları korunaklı kalelerin uzun süreli kuşatma harekâtlarına dayanabilecek şekilde inşa edilmeleri, bazı Hindu kabilelerinin sarp yerler, dağlık bölgeler ve ormanlık alanlarda yaşamaları düzenlenen akınları zorlayıcı olmuştur. Ele geçirilen yerlerdeki at, fil ve diğer hayvanlara el konulduğu, Hindu mabetlerinin ve putlarının yıkıldığı ve pek çok değerli eşyaya da el konulduğu dönem kaynaklarının kayıtları arasında yer bulmuştur. Çalışmamız ifade edilen bu hususlar etrafında şekillenmekle birlikte, mücadele edilen Hindu kralları, sefer düzenlenen şehirler ve bölgelerle alakalı da açıklayıcı bilgilere yer vermektedir.
|