Nodüler lenfosit predominant Hodgkin lenfoma (NLPHL) az görülen ve prognozu oldukça iyi olan bir hastalıktır. NLPHL tüm Hodgkin lenfomalı (HL) hastaların %5’ini oluşturmaktadır. Hastalıkla ilgili en önemli sorunlar hastalık nüksü, Hodgkin dışı lenfomaya transformasyon ve tedavi ilişkili yan etkilerdir. Erken evre hastalıkta tedavisiz izlem, cerrahi, tutulu alan radyoterapisi ve tek başına ritüksimab tercih edilirken, yüksek tümör yükü olan olgularda ve ileri evre hastalıkta kemoimmünoterapi kullanılır, radyoterapi eklenebilir. Hastalık nüksü sonrasında dahi tedavi yanıtları oldukça iyidir. Tedaviye yönelik verilerin tamamı retrospektif çalışmalardan gelmektedir. Çalışmamızda kliniğimizde Aralık 2011-Aralık 2020 tarihleri arasında NLPHL tanısı alan 10 hasta değerlendirildi. Hastaların medyan yaşı 36 (28-60) yıldı. NLPHL tanılı hastalar HL tanılı hastaların %2.08’ini oluşturmakta idi. Hastaların %80’ni (n=8) erkekti. Tanı anında hastalarımızın %70’ni (n=7) erken evre idi ve tüm hastaların ECOG (Doğu Kooperatif Onkoloji Grubu) performans skoru 0’dı. Hastalarımızın hepsinde başvuru şikayeti ele gelen lenfadenopatiydi. Tanı anındaki hemogram ve biyokimyasal parametreler normal referans aralığındaydı. Tüm hastalarımızın bakılan immünhistokimyasal boyamalarında CD20 pozitifliği mevcuttu ve yalnız 1 (%10) hastanın CD30 pozitifliği mevcuttu. Dokuz (%90) hastamıza ilk sıra tedavi olarak ABVD (doksorubisin, bleomisin, vinblastin, dakarbazin) kemoterapisi uygulandı. Bir (%10) hastamıza ise kombine modalite tedavisi (CMT) olan ABVD ile birlikte RT uygulandı. Bir hastamıza hastalık progresyonu nedeni ile diğer hastamıza ise geç nüks sebebi ile kurtarma tedavisi sonrası otolog kök hücre nakli yapıldı. Kliniğimizde tanı konulan NLPHL hastalarının Amerika ve Almanya gibi yabancı ülkelerde yayınlanan literatürlerde belirtilen insidans oranları ve verilen ilk basamak tedavi seçimi ile uyumsuz bir tablo oluşturmaktadır. Bu farklılığın Türkiye’den bildirilecek diğer verilerle karşılaştırılması ve tartışılması uygun olacaktır.
|
Bel ağrısının en sık sebebi lomber disk hernisi olup hastalar genellikle konservatif yaklaşımlar ile normal yaşantılarına dönebilirler. Spontan regresyon, lomber disk hernisinde literatürde tanımlanmış bir klinik durum olmasına karşılık, altta yatan mekanizma ve gerçekleşme zamanı henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu sunuda, lomber bölgedeki ektrüde herninin 3 aylık konservatif tedavi sonunda, radyolojik görüntüsünde tama yakın regresyon gösteren bir olgu bildirilmektedir. Nörolojik defisiti olan ekstrüde disk hernili hastalarda cerrahi operasyon öncelikli tedavi seçeneği olarak düşünülmekle beraber, konservatif tedavinin de hastalar için çözüm olabileceğinin altını çizildiği bu olguda, radyolojik ve klinik iyileşmenin hızlı ve tama yakın olması önem arzetmektedir.
|
Bu çalışmada, acil servise karın ağrısı şikayetiyle başvuran, AA tanısı ile opere olan hastalar ile cerrahi tedavi yapılmadan taburcu edilen hastaların ayırıcı tanısında MPV ve PDW parametrelerinin rolü araştırılması amaçlanmıştır. AA tanısıyla yatırılan hastalar retrospektif olarak incelendi. Apendektomi olan ve patoloji raporları AA ile uyumlu olan hastalar AA (+), apendektomi olmayıp medikal tedavi sonr ası taburcu edilen hastalar AA (-) olarak gruplandırıldı. Hastaların, acil servise başvuru anındaki hemogram sonuçlarına elektronik hasta dosyalarından ulaşıldı. Verilerin istatistiği SPSS 20 paket programı ile yapıldı. Değerlendirilen hastaların (1061) %46.6’sı kadın (494), %53.4’ü (567) erkekti. Hastaların %83.6’sı (888) AA (+), %16.2’si (173) AA (-) grubundadır. Hastaların AA (+) gruptaki yaş ortalaması (35±16), AA (-) gruptaki yaş ortalamaları (35±16) bulundu. MPV değerleri her iki grupta da referans değerler aralığında ve her iki grup arası nda MPV değer- leri arasında anlamlı bir fark yoktu (P=0.717). PDW değerleri AA (+) hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı olup, düşük bulundu (P<0.05). AA (+) hasta grubu ile AA ( -) hasta grubunu birbirinden ayırmak için MPV’nin anlamsız olduğu görüldü. PDW değerleri AA (+) hasta grubunda düşük ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
|
Bu çalışmada, vasküler Behçet Hastalığı (BH) tanısı ile izlediğimiz hastaların klinik, demografik verilerinin değerlendirilmesi, relaps sıklığı ve kullanılan tedavilerle olan ilişkisinin irdelenmesi amaçlanmıştır. BH tanılı 512 hastanın dosyası geriye dönük incelenerek 68 vasküler tutulumlu Behçet hastası tespit edildi. Demografik özellikler, birinci vasküler olay ve varsa nüksü, tedavi protokolleri kaydedildi. Vasküler tutulum sıklığı %13,28’idi. Hastaların %85’i erkekti. En sık alt ekstremitelerde venöz tutulum görüldü (%77,9). İlk vasküler relaps, hastaların %29,4’inde, ikinci vasküler relaps ise %8,8’inde gelişti. Vasküler tutulumlu Behçet hastalarında vasküler tutulumun tespit edilmesini takiben hastaların %73,5’i sistemik immünsüpresif (İS) tedavi, %45,5’i antikoagülan tedavi almıştı. İS tedavi almayan grupta relaps riski anlamlı olarak yüksek bulundu. (p=0.001) Antikoagülan tedavi alan grupta relaps oranı daha fazla olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.61). Vasküler tutulum sıklıkla erkeklerde görülmektedir. Tedavide İS'ler ve antikoagülanlar kullanılmaktadır. İmmünsupresif tedavi kullanımı vasküler relaps riskini azaltabilir, ancak antikoagülan tedavinin ek faydası gösterilememiştir. Bu konuda daha fazla sayıda hasta ile yapılacak çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır.
|
Kronik pelvik ağrı (KPA) özellikle üreme çağındaki kadınları etkileyen önemli sağlık sorunlarından biridir. Jinekolojik, ürolojik, nörolojik, gastrointestinal, kas-iskelet sistemi gibi çok sayıda sistemden kaynaklanabilen KPA’nın ayırıcı tanısında güçlükler yaşanabilir. Tıbben açıklanamayan idiyopatik kronik pelvik ağrı (İKPA) psikolojik nedenlere bağlı ortaya çıkabilir. Oldukça sık rastlanmasına rağmen İKPA’nın etiyolojisi, klinik görünümü, seyri ve tedavi yaklaşımı ile ilgili bilgiler kısıtlıdır. Bu çalışmada depresif yakınmalarla başvuran ve İKPA tanısı ile izlenen 43 yaşındaki kadın olgu literatür bulguları ışığında sunulmuştur. Hastanın İKPA yakınmaları ile sık sık hastane başvurularının olması dikkat çekicidir. Klinisyenlerin tıbben açıklanmayan İKPA’nın psikiyatrik yönü konusunda duyarlı olmaları önemlidir.
|
Bu çalışmada, endotelyal nitrik oksit sentaz (eNOS)/nitrik oksit (NO), siklooksijenaz (COX), AMP ile aktive olan protein kinaz (AMPK), mitojen ile aktive edilen protein kinaz (MAPK) ve apelin reseptörü (APJ) sinyal ileti yolakları ile potasyum kanallarının vasküler tonus üzerindeki etkisinin belirlenmesi amaçlandı. Wistar Albino erkek sıçanların torasik aortlarından elde edilen 4 mm’lik damar halkaları izole organ banyosu sistemine yerleştirildi. Damar gerimi 1 gram olarak ayarlandı. Sinyal ileti yolaklarının ve potasyum kanallarının bazal damar tonusu üzerindeki etkilerini belirlemek için 1 saatlik dengelenme periyodunu takiben inhibitör madde uygulamaları yapıldı. İnhibitör madde uygulamalarından önceki ve sonraki periyodlardaki gerim değerleri kaydedildi. Nω-Nitro-L-arginin metil ester ve tetraetilamonyum uygulamaları bazal damar gerim değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde artışa neden oldu (sırasıyla: p < 0,001; p < 0,05). İndometazin ve dorsomorfin uygulamaları bazal damar gerim değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azalmaya neden oldu (p < 0,05). F13A ve U0126 uygulamaları bazal damar gerim değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir değişikliğe neden olmadı. Bu çalışmanın verileri eNOS/NO, COX ve AMPK sinyal ileti yolakları ile potasyum kanallarının bazal vasküler tonus regülasyonunda önemli birer etken olduğunu göstermektedir. Buna karşın MAPK ve APJ sinyal ileti yolaklarının sıçan torasik aortundaki bazal vasküler tonus düzenlenmesinde önemli birer faktör olmadığı düşünülmektedir.
|
Obstrüktif Uyku apne sendromu (OUAS), yetişkin popülasyonda oldukça sık görülen önemli bir halk sağlığı problemidir. Obezite bu send-romun gelişimi için en önemli risk faktörüdür. OUAS şiddeti beden kitle indeksi (BKİ), uyku evresi, pozisyonu ve cinsiyete göre değişiklik göstermektedir. Bu çalışmada OUAS şiddetine BKİ, uyku evresi, uyku pozisyonu yanında cinsiyetin etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya polisomnografi incelemesi sonrasında OUAS tanısı alan 93 (%61,58) erkek, 58 (%38,41) kadın olmak üzere toplam 151 hasta alınmıştır. Hastaların demografik özellikleri, polisomnografi parametreleri ve risk faktörleri retrospektif olarak kaydedilmiştir. OUAS tanısı üçüncü Uluslararası Uyku Bozuklukları Sınıflama Klavuzuna göre koyulmuştur. Kadın cinsiyette yaş, BKİ, diabet ve hipertansiyon gibi kardiyovasküler risk faktörleri erkek cinsiyete göre anlamlı yüksek bulunmuştur (p=0,001, p=0,001, p=0,034, p=0,001). Buna rağmen OUAS şiddeti erkek cinsiyette anlamlı bulunmasa da daha yüksek bulunmuştur (p>0,05). Bu yükseklik sırtüstü pozisyonda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (erkeklerde AHİSIRT: 44,34±28,07/saat, kadınlarda AHİSIRT: 35,09±26,76/saat, p=0,048). REM uyku evresinde ise OUAS şiddeti kadınlarda fazla bulunmuştur (p=0,016). Bu çalışmada OUAS risk faktörlerinden olan yaş, BKİ, hipertansiyon ve diabet mevcudiyeti, kadın cinsiyette erkek cinsiyete göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur. Buna rağmen OUAS şiddeti erkek cinsiyette daha yüksek bulunmuştur. Bu yükseklik sırtüstü pozisyonda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. REM uyku evresinde ise OUAS şiddeti kadın cinsiyette daha fazla bulunmuştur. Bu durum cinsiyetler arasında yağ dağılımındaki farklılıkları düşündürmekte ve genel bir obeziteden ziyade bölgesel yağ birikiminin OUAS için daha önemli bir prediktör olduğunu düşündürmektedir.
|
Kırılgan yaşlı popülasyondaki uygunsuz ilaçları belirleyerek farkındalık oluşturup klinisyenlere yol gösterici olması açısından bu çalışma planlandı. Retrospektif dosya taraması olarak planlanan çalışmamızda 65 yaş üzeri palyatif bakım ünitesine kabul edilen hastaların başvuru esnasında kullandıkları ilaçların TIME-to-STOP ve Beers kriterlerine göre değerlendirmesi yapılarak hastalardaki uygunsuz ilaç kullanım oranı değerlendirildi. Hastanemizde yatırılarak takip ve tedavisi yapılan 65 yaş üzeri 100 hasta dahil edildi. Hastaların yatış esnasındaki tanısı, yaş ve cinsiyeti, tıbbi özgeçmişi, kronik hastalıkları, düzenli olarak kullandıkları ilaçlar hastane elektronik arşivi üzerinden tarandı. Elde edilen ilaç preparat isimleri farmakolojik gruplara ayrılarak tek tek TIME-to-STOP ve Beers kriterlerine uygunluk açısından incelendi. Polifarmasi alan hasta oranının %47 olduğu gözlendi. Beers kriterlerine göre potansiyel uygunsuz ilaç oranı %8,3 olarak saptandı. TIME-to-STOP kriterlerine göre yapılan değerlendirmede potansiyel uygunsuz ilaç oranı %11,7 bulundu. Yaşlı, kırılgan bir hasta grubunun değerlendirildiği bu çalışmada polifarmasinin potansiyel uygunsuz ilaç kullanımını arttırabileceği görüldü. Dolayısıyla kırılgan bir popülasyonu içeren yaşlı hasta grubunda polifarmasiden kaçınılmalı eğer endikasyon dahilinde ilaç reçete ediliyorsa hasta uyumunu arttırmak için muhakkak ilaç kullanımıyla ilgili eğitim verilmelidir.
|
Üremeye yardımcı tedavi (ÜYT) uygulamalarında ilk basamak olan intrauterin inseminasyonda (IUI) kadın yaşı, vücut kitle indeksi (VKİ), stimülasyon süresi, abstinens süresi ve semen parametreleri başarıyı etkileyen prognostik faktörler arasındadır. Her ÜYT merkezinin rutin tedavi yaklaşımları ve laboratuvar uygulamaları sonucunda elde ettiği klinik başarı dikkate alınarak kendi prognostik faktörleri oluşturulmalı ve tedavi sürecinin yönetimi bu perspektifte düzenlenmelidir. Bu retrospektif çalışmada Ocak 2019-Şubat 2020 tarihleri arasında ÜYT merkezimizde gerçekleştirilen 245 IUI siklusu değerlendirilmiştir. IUI tedavisi uygulanan hastaların etiyoloji, yaş, VKİ, ejakülatın yıkama öncesi ve yıkama sonrası sperm parametreleri, abstinens süresi ve ejakulat yıkama işlemi boyunca geçen zaman periyotları değerlendirilmiştir. Kadın ve erkek yaşı, kadın VKİ, etiyoloji, infertilite süresi, siklus sayısı ve abstinens süresi bakımından gruplar arası farklılık saptanmaz iken, erkek VKİ artışının gebelik başarısını azalttığı saptandı. Semen volümü, yıkama öncesi ve sonrası sperm konsantrasyonu ve total motil sperm sayısının gebelik başarısı açısından belirleyici etkisinin olmadığı, yıkama sonrası motil sperm ve immotil sperm yüzdesinin belirleyici olduğu görüldü. Numune verilmesi ve yıkama sonrasından IUI işlemine kadar geçen sürelerin klinik başarıyı etkilemediği, fakat yıkama öncesi uzun inkübasyon süresinin gebelik şansını azalttığı saptandı. Küçük örneklem grubuyla yapılan bu çalışmada IUI tedavisinde klinik başarıda yıkama öncesi semen parametrelerinin belirleyici bir etkisinin olmadığı, erkek obezitesi ve numune hazırlama süreçlerinin prognostik faktörler olarak göz önünde bulundurulması gerektiği sonucuna varıldı.
|
GRP-78 proteininin bat koronavirüs, Mers-Cov, ebola virüs, deng virüsü, japon ensefalit virüsü, influenza virüs ve zika virüs gibi birçok virüsün hücreye girişinde rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş ve tedavi almış ve tamamen iyileşmiş olan hastalarda tedavi başlangıcından üç ay sonrasındaki Glucose Regulated Protein-78 (GRP-78) düzeylerini incelemeyi amaçladık. Daha öncesinde Sabırlı ve ark. tarafından yapılan çalışma grubunda yer alan, COVID-19 hastalığı tanısı almış ve hastalığı geçirip tamamen iyileşmiş olan 20 hasta prospektif kohorta dahil edildi. Hastaların acil servise ilk tanıda başvurusu ve 3 ay sonra kontrole çağrıldığında alınan kanlardan enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) metodu ile GRP-78 düzeyi çalışıldı. Acil servise ilk başvuruda alınan kanda serum GRP-78 düzeyi 1393,31 ± 306,33 pg/ml; tedavi başlangıcından 90 gün sonra bakılan serum GRP-78 düzeyi ise 1451,73 ± 336,65 pg/ml olarak saptandı. İlk başvuru ve 3 ay sonraki kontrolde ölçülen GRP-78 düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,451). Sonuç olarak bu çalışmada COVID-19 infeksiyonunda tedavi başlangıcından 3 ay sonrasında dahi yüksek seyrettiğini ortaya koyduk. GRP-78 düzeyinin yüksek kalmasının kişinin Sars-CoV-2 virüsüne karşı immunitesi konusunda fikir verdirici olabilir fakat bu hususun gerek hücre kültürü çalışması ve gerekse daha uzun süreli kohort çalışması yapılarak incelenmesine ihtiyaç vardır.
|