Düşük vücut ağırlığı, bozulmuş beden algısı ve kilo alma korkusu ile karakterize psikiyatrik bir bozukluk olan anoreksiya nervozanın etiyopatogenezi tam olarak bilinmemektedir. Literatürde yer alan çalışmalar anoreksiya nervosalı hastalarda beslenme rehabilitasyonunun ve yeniden ağırlık kazanımının intestinal disbiyoz yönetiminde yeterince etkin olmadığını göstermektedir, ancak çalışmaların sonuçları karmaşıktır. Bu derlemede intestinal mikrobiyotanın anoreksiya nervosa patofizyolojisindeki olası rolü, anoreksiya nervosalı hastalarda intestinal disbiyoza ilişkin özellikler ve intestinal mikrobiyota yönetiminde olası tedavi yaklaşımları hakkında bilgi verilmesi amaçlanmıştır.
|
Cinsel eylemi bireye yönelten fail için; suçun işlenişi, failin kişilik özellikleri, failde mevcut ruhsal bozukluklar, suçun tekerrürü ve mağdurun özellikleri bakımından farklı tanımlamalar yapılabilmektedir. Bu çalışma cinsel suçların faili konumunda bulunan ve suça sürüklendiği düşünülen ergenlerin risk faktörlerini ve kişilik özelliklerini belirlemeyi, suçun işlenişi ya da suç öyküsü sınıflandırmalarının nasıl oluşturulduğunu incelemeyi, suç ve davranış bilimlerine, penolojik müdahalelere ve rehabilitasyon girişimlerine farklı bir bakış açısı oluşturarak katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Adli olguların sonuçlarına göre cinsel saldırı failleri çoğunlukla heterojen bir grup olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla faillerin belirli özelliklerine göre homojen gruplara indirgenmesinin, adalet mekanizmasının doğru bir şekilde işleyebilmesi adına yargı sürecine kolaylık sağlayacağı düşünülmektedir.
|
Bu araştırmada, Covid-19 pandemisi sürecinde öğrencilerin stres, anksiyete, depresyon, korku düzeyleri ve ilişkili faktörleri, literatür taraması yaparak incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmada, 27.12.2019-30.12.2020 tarihleri arasında elektronik veri tabanları “Covid-19, pandemi, ruh sağlığı, öğrenciler”, “Covid-19, pandemic, mental health, students” anahtar sözcükleri kullanılarak taranmıştır. Tarama sonucunda 562 çalışmaya ulaşılmış olup 22 makale çalışmaya dahil edilmiştir. Yaş aralığı 14-33 arasında olan öğrencilerin anksiyete, korku ve depresyon düzeyinin, cinsiyet, hastalık durumu, enfeksiyon bulaşma kaygı düzeyi, hastalık ile ilgili bilgi düzeyi, koruyucu ekipmanların yeterliliği, aile yapısı, ekonomik şartlar, sosyal destek düzeyi, ebeveynler ile yaşama durumu, hastalığa bakış açısı ve madde kullanımı ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Sonuçlar, genellikle öğrencilerin orta düzeyde anksiyete yaşadığını göstermektedir. Korku, depresyon ve stres düzeyleri ise çalışmalarda farklılık göstermektedir. Kızlarda anksiyete ve depresyon düzeyi erkeklere göre daha yüksektir.
|
Çocukluk ve ergenlik döneminde görülen ciddi ruhsal bozuklukların tedavisinde kullanılan etkili yöntemlerden biri elektrokonvülsif tedavi (EKT)dir. Çocuk ve ergen psikiyatrisinde EKT uygulamasının etki ve yan etki açısından yetişkinlerden farklı sonuçlar elde edilmemesine rağmen; ruh sağlığı çalışanlarının, EKT ile ilgili sınırlı bilgi düzeyi ve EKT’e yönelik olumsuz tutumlarından dolayı çocuk ve ergenlerde EKT’yi tercih etmekten çekinebilmektedirler. Çocuk ve ergen psikiyatrisinde EKT uygulaması ile ilgili verilerin sıklıkla olgu sunumları ile sınırlı olması, çocuk ve ergenlerde EKT uygulamasının her yönü ile değerlendirildiği bir yazıya ulaşılamaması nedeniyle, bu derleme ile çocuk ve ergenlerde EKT uygulaması, EKT’nin yasal boyutu ve hemşirelik bakımı konusunda güncel literatüre katkı sağlanacağı düşünülmektedir.
|
Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), bu bozukluğun belirtilerini gösteren kişilerin işlevselliklerini önemli ölçüde azaltan, psikolojik sağlıklarını olumsuz etkileyen bir bozukluktur. Davranışçı terapi ise bu psikolojik bozuklukla birlikte diğer pek çok psikolojik bozukluğun tedavisinde kullanılan görgül temellere dayanan bir terapi yaklaşımıdır. Bu çalışmada yapılan alanyazın taraması sonucunda ulaşılan ve TSSB tedavisinde kullanılan davranışçı terapi müdahale tekniklerini ve bu tekniklerin görgül temellerini konu alan makaleler derlenmiştir. Türkçe ve İngilizce alanyazındaki çalışmalar incelenerek TSSB tedavisinde yaygın olarak psikoeğitim, gerçek hayatta maruz bırakma, hayali maruz bırakma, uzun süreli maruz bırakma, nefes egzersizleri, gevşeme eğitimi ve sistematik duyarsızlaştırma davranışçı terapi müdahale tekniklerinin kullanıldığı ve bu tekniklerin ilgili bozukluğun tedavisinde etkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
|
Huntington Hastalığı; kore ve distoni, koordinasyon bozukluğu, bilişsel performansta bozulmalar ve davranışsal sorunlar gibi farklıfenotipler ile ortaya çıkabilen, genetik olarak otozomal dominant geçiş özelliğine sahip, ilerleyici tipte bir nörodejeneratif hastalıktır. Bilişselve motor belirtilerin yanı sıra nöropsikiyatrik belirtiler de hastalığın çekirdek belirtileri arasında yer almaktadır. Huntington Hastalığı’ndanöropsikiyatrik belirtiler oldukça sık görülmekte ve hastalığın farklı dönemlerinde psikiyatrik bozuklukların görülme prevelansı %33-76 olaraktahmin edilmektedir. Nöropsikiyatrik belirtilerin görülme sıklığı hastalığın evrelerine göre farklılık gösterse de başlangıcının motor belirtilerbaşlamadan yıllar önce olabileceği de bilinmektedir. Huntington Hastalığı’nda sık görülen nöropsikiyatrik belirti ve bozukluklar depresyon,anksiyete, intihar, irritabilite, apati, obsesif-kompulsif belirtiler, perseverasyonlar, psikoz, uyku bozuklukları ve cinsel işlev bozuklukları olaraksayılabilir. Nöropsikiyatrik belirtiler aileler üzerindeki yükün en önemli nedenlerinden birini oluşturmakta, günlük işlevsellikteki azalma ilebakım kurumlarına yerleştirilme ve hastaneye yatışların en önemli öngörücüsü olarak değerlendirilmektedir. Hem sıklığı hem de sonuçlarıgöz önüne alındığında Huntington Hastalığı’ndaki nöropsikiyatrik belirtilerin tanınması ve bu belirtilere müdahale edilmesi hastalar, hastayakınları ve bakımverenleri için oldukça önemlidir. Hastalıkta görülen nöropsikiyatrik belirtilerin tedavisi ile ilgili yüksek kanıt düzeyinesahip araştırmalar olmasa da daha düşük kanıt düzeyine sahip çalışmalar, vaka bildirimleri ve uzman görüşlerine dayalı tedavi kılavuzlarıson yıllarda yazında kendine yer bulmuştur. Bu alanda dikkat edilmesi gereken başka bir konu da risk altındaki bireylerin değerlendirilmesi,genetik danışmanlık ve bu değerlendirmeler sırasında güvenli bir protokolün oluşturulmasıdır. Bu yazıda Huntington Hastalığı’nda sık görülennöropsikiyatrik bozukluklar, bu bozuklukların tedavisi ve risk altındaki bireyleri değerlendirmede dikkat edilmesi gereken durumlar güncelyazın ışığında derlenmiştir.
|
Duygudurum ve anksiyete bozukluklarının yaygınlık oranlarının yüksekliği ve bu bozukluklarla ilişkili işlev bozuklukları nedeniyle, bu bozuklukların daha iyi anlaşılması, önlenmesi ve tedavi edilmesi oldukça önemlidir. Psikolojik ve diğer biyolojik nedensel faktörlerin ve mekanizmaların yanı sıra, inflamatuar biyobelirteçlerin, özellikle de sitokinlerin, duygudurum ve anksiyete bozukluklarının kökeninde ve sürdürülmesinde rolü olduğu kabul edilmektedir. Buradan hareketle, birtakım çalışmalar psikoterapi müdahalelerinin sitokin düzeylerinin de dahil olduğu nöroimmünolojik parametreler üzerindeki etkisine odaklanmıştır. Bu derleme, duygudurum ve anksiyete bozuklukları ve bunların sağaltımında yaygın olarak kullanılan psikoterapi yaklaşımları ile ilişkili psikonöroimmünolojik faktörlerden, özellikle sitokin düzeylerindeki değişimleri tartışmayı hedeflemektedir. Alanyazındaki çalışmaların çoğunda ilgili bozukluklar için psikoterapi alan bireylerde özellikle pro-inflamatuar sitokinlerin düzeylerinin azaldığı gösterilirken, anti-inflamatuar sitokinlerin düzeylerinin ise yükseldiği bildirilmiştir. Yine de çalışma desenlerinin çeşitliliği çalışmalar arasında bulguların kıyaslanmasında ve çalışmaların çoğunun kesitsel desene sahip olması psikiyatrik semptomatoloji ve immünolojik parametreler arasındaki neden-sonuç ilişkilerinin anlaşılmasında zorluk yaratmaktadır. Psikonöroimmünoloji alanında yapılacak gelecek çalışmalarda örneklem gruplarının ve ölçüm yöntemlerinin dikkatle belirlenmesi önemlidir. Ayrıca belirli psikoterapi yaklaşımlarının anti-inflamatuar etkileri olabileceğini gösteren bulguların bu yaklaşımlara özgü olup olmadığının anlaşılması için daha fazla sayıda psikoterapi sonuç çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
|
Boşanma, kararın alınması ve boşanma işlemlerinin sürdüğü dönemlerin yanı sıra boşanma sonrası dönemi de kapsayan stresli bir yaşam dönüşümü sürecidir. Bu süreç, yaşamın neredeyse tüm alanlarını etkilemekte ve hayat koşullarında birçok değişimi beraberinde getirmektedir. Boşanan birey, bir yandan boşanmanın gerçekliğiyle yüzleşir ve ortaya çıkan duygular ve baş edilecek değişimler olduğunu fark eder. Diğer yandan, yeni kimliğine ve yaşam tarzına doğru geçişe odaklanır. Güncel istatistikler hem dünyada hem de ülkemizde boşanma oranlarındaki artışı gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla boşanma sürecinin uyum açısından ele alınması önemli görünmektedir. Boşanma ve boşanma sonrası uyum sürecini anlamak amacıyla ileri sürülen pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımlar, boşanma sonrası uyumu açıklama konusunda farklılaşsa da uyumu boşanma sürecinden ayırmamaktadır. Buradan hareketle, bu gözden geçirme çalışmasının çeşitli amaçları bulunmaktadır. İlk olarak güncel boşanma oranları ve boşanmanın hukuki, ekonomik, sosyal, toplumsal, psikolojik ve fizyolojik sağlık açısından sonuçlarına yer verilecektir. Ardından, boşanma ve boşanma sonrası uyumu açıklayan yaklaşımlar ve uyumun değerlendirilmesi açıklanacaktır. Boşanma ve boşanma sonrası uyumun kapsamlı bir şekilde ele alınmasının boşanan bireyin uygun bilgi ve desteğe erişimini kolaylaştıracağı düşünülmektedir. Ayrıca boşanma ve boşanmaya uyum ile ilgili sürecin doğru anlaşılması araştırmalar açısından da faydalı olacaktır.
|
Bu yazıda psikiyatride görüşme esnasında hikâyesini anlatmakta zorlanan, belli bir konuya odaklanamayan ve sorulara amaca yönelik cevaplar veremeyen hastalarda görülen klinik tablo olarak tanımlanan fonksiyonel konfüzyon üzerinde durulmuştur. Fonksiyonel konfüzyonun en sık borderline kişilik bozukluğu ve bedensel belirti ve ilişkili bozuklukları olan hastalarda görüldüğü öne sürülmektedir. Borderline hastalarda görülen fonksiyonel konfüzyonun zihinselleştirme kapasitesindeki yetersizlik, disosiyasyon ve bilişsel bozukluklar ile ilişkili olabileceği vurgulanmıştır. Bedensel belirti ve ilişkili bozukluklarda hastaların duygusal yakınmalarını sözel olarak tanımlayamaması ile alexitimi arasındaki benzerlik üzerinde durulmuştur. Somatoform disosiyasyon ve konfüzyon arasındaki ilişki ele alınmıştır. Yazıda ayrıca çocukluk çağı travmalarının fonksiyonel konfüzyon için yatkınlaştırıcı bir rol oynayabileceği ileri sürülmektedir. İleri dönemde klinik tabloların ortaya çıkmasında ve semptomların şiddetinde fonksiyonel konfüzyonun etkili olabileceği ifade edilmektedir. Fonksiyonel konfüzyonu olan hastalarda tedavide psikoterapötik müdahalelerden önce düşük doz antipsikotik eklenmesini de içeren psikofarmakolojik müdahaleler önerilmektedir.
|
Çağımızda bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişmesiyle birlikte dijital iletişim araçları olarak tanımlanan akıllı telefon, tablet, bilgisayar ve internet günlük yaşamımızın vazgeçilmezleri haline gelmiştir. Çocuk ve gençler, yetişkinlere kıyasla bu dijitalleşmeye daha çabuk uyum sağlayarak kullanım sıklığında yüksek bir seviyeye ulaşmışlardır. Dijitalleşme, çocuk ve gençlere öğrenme fırsatlarını genişletme, bilgiye ulaşma, kendilerini ifade etme, aile/arkadaşlıkla sosyal bağları devam ettirme için özgürleştirici bir yol sunarken, aynı zamanda dijital ortamın tehlikeli ve karanlık tarafıyla da karşı karşıya bırakmaktadır. Bu makale ile dijital uygulamaların çocuk ve gençler için ne tür riskler içerdiğini, bu uygulamalar üzerinden zorbalık ve mağduriyetle sonuçlanan siber risklerin neler olduğunu ve bu risklere maruz kalmanın ruh sağlığına etkilerini incelemek amaçlanmıştır. Makalenin ebeveynler, eğitimciler ve ruh sağlığı uzmanlarının farkındalıklarının artmasına; çocuk ve gençlerin ruh sağlığını koruyucu ve önleyici yaklaşımların geliştirilerek uygulanmasına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
|