İbnü’s-Salâh eş-Şehrezûrî (öl. 643/1245) kaleme aldığı eserler ve yetiştirdiği öğrencileri ile hadîstarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu makalede, ona nispet edilen Müsnedü’l-hâfız Osmân b.es-Salâh el-Eserî fîmâ verede mine’l-ehâdîs fî fadli’l-İskenderiyye ve ʿAskalân isimli eser incelenip değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu eser, Berlin Devlet Kütüphanesinde bulunmaktadır. Kitap yirmi varaktır ve her bir varak on beş satırdan oluşmaktadır. Kesin olmamakla birlikte, İbnü’s-Salâh’a aitolma durumu söz konusudur. Zira kapak dışında İbnü’s-Salâh’ın ismine eserin herhangi bir yerindedeğinilmemiş ve bir tarih kaydı da düşülmemiştir. İçerdiği rivâyetler, kitâbet yolu ona iletilmiştir.İbnü’s-Salâh’ın bu rivâyetleri başka birine verdiği, okuttuğu veya icazet verdiğine dair bir malumata da ulaşılamamıştır. Bu eserde İskenderiye ve Askalân’ın fazileti ile ilgili rivâyetlerin yanı sıraAllah yolunda ribâtta bulunmanın değerleri ile ilgili hadîsler de nakledilmiştir. İskenderiye, Akdeniz kıyısında bulunmakta olup Mısır’ın ikinci büyük şehridir. Askalân ise Filistin’in önde gelen şehirlerinden biri olup bugün İsrail’in işgali altında bulunmaktadır. Gazze’nin kuzeyinde bir Akdenizşehridir. Askerî, dinî, ilmî, ticarî ve sosyal faaliyetlerin önemli merkezlerinden olan bu iki şehir,tarihi süreç içerisinde çok sayıda kültür ve medeniyete ev sahipliği etmiştir. Ribât ise düşman saldırılarına karşı sınır boylarında nöbet tutmak, cihad için hazırlık yapmak, İslâm topraklarını muhafaza etmeye çalışmak gibi anlamlara gelmektedir.Bu eserde altmış altı rivâyet nakledilmiştir. Rivâyetlerin yarısı, kaynağı açısından merfûdur. Geriyekalan rivâyetler ise mevkûf ve maktûdur. Muhteva açısından rivâyetlerin büyük çoğunluğu ribâttabulunmanın sevabı ve İskenderiye’nin fazileti ile ilgilidir. Allah yolunda ribâtta bulunmanın kıymetiile ilgili rivâyetlerin, temel hadîs kaynaklarında nakledildiği görülmüştür. İskenderiye ve şehirlerinfazileti ile ilgili olanların ise kaynağı tespit edilememiştir.Merfu olmayan rivâyetlerin de içeriği ağırlıklı olarak ribât ve İskenderiye’nin faziletine dairdir. İskenderiye ile ilgili rivâyetlerde dahî ribâtavurgu yapılmış ve bununla bağlantılı olarak bu şehirde ribâtta bulunmanın çok daha makbul olduğubelirtilmiştir.Senedlerde bulunan râvî sayısı iki ile on iki arasında değişmektedir. İlk ve son râvisi açısından bakıldığında bu rivâyetlerin ağırlıklı olarak birkaç râvî tarafından nakledildiğini söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra her ne kadar ilk ve son râvî olmasa da Hânî b. Müvekkil gibi bazı râvilerinbirçok rivâyetin senedinde bulunduğu görülmektedir. Bu kişilerin İskenderiye ile ilgili bâtıl rivâyetler naklettikleri bilgisi, söz konusu eserde yer alan hadîslerin sahih olmadığı hatta uydurulduğu sonucuna ulaştırmaktadır. Ribât ile ilgili genel manadaki rivâyetlerin, sırf şehrin elde tutulması ve korunması amacıyla İskenderiye ile ilişkilendirildiği izlenimi verdiği söylenebilir. Zira ilkdönemlerde kaynaklarında bulunmayan böyle rivâyetlerin sonradan ortaya çıktığı ve nispeten geçdönem eserlerinde yer aldığı görülmektedir.İbnü’s-Salah gibi usûlde uzman olan birinin -mevcut verilere göre- uydurma özelliğine sahip rivâyetlere eserinde yer vermesi, hadîslerin sıhhati ile ilgili hiçbir açıklama ve değerlendirmede debulunmaması bir eksiklik olarak görülebilir. Ancak buradan İbnü’s-Salâh’ın uydurma hadîsler konusunda özensiz veya mütesahil davrandığını söylemek de zorlama bir yorum ve niyet okuma olur.Zira o, bu eserde nakledilen rivâyetleri kitâbet ve icâzet yoluyla tahammül etmiştir. Ayrıca kendisinden sonra bu rivâyetleri talebeleri aracılığı ile nakledildiğine dair bir bilgi de bulunmamaktadır.Yani rivâyet silsilesi tespit edilebildiği kadarıyla İbnü’s-Salâh ile son bulmuştur. Dolayısıyla onunuydurma hadîslerin yaygınlaşmasına imkân verdiği ve bu konuda titiz davranmadığını söylemekmümkün değildir. Bu çalışma vesilesiyle İbnü’s-Salâh’a nispet edilen bir eser, farklı boyutlarıylatetkik edilerek ilim dünyasının istifadesine sunulmuştur.
|
Bu makalede, fıkıh usûlünün önemli konularından biri olan makâsıd ilmi ele alınmaktadır. Çalışmada İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (öl. 751/1350) makâsıd konusundaki görüşleri merkeze alınmıştır. Bu sebeple asıl amaç onun görüşlerinin tespit ve tahlil edilmesidir. İbn Kayyim el-Cevziyye,başta İ‘lâmu’l-muvakkıʿîn olmak üzere pek çok eserinde makâsıd ilmine ilişkin değerlendirmelerdebulunmuştur. Bununla birlikte zarûriyyât çerçevesinde şekillenen klasik makâsıd teorisine temasetmemiştir. Bunun yerine uygulamalı bir makâsıd anlayışı benimsemiştir. Şeriatın hikmetler vekulların dünya ve ahiret maslahatları üzerine kurulduğunu ifade ederek sık sık maslahata vurguyapmıştır. Çeşitli fıkhî ilimlere makâsıdla bağlantılı açıklık getirmiştir. Kıyas, hükümlerin taʿlîli, ictihad, vesâil ve ahkâmın değişimi bu ilimler arasında yer almıştır.İbn Kayyim, kıyasla makâsıd arasında çok yakın bir ilişki olduğunu belirtmiştir. İllet ortaklığınıifade eden münâsip vasfa vurgu yapmıştır. Kıyas lafzının hem sahih hem de fâsid kıyası kapsadığınısöylemiştir. Geçerli gördüğü kıyası ifade etmek için pek çok tamlama kullanmıştır. Sahih kıyası,mizan olarak nitelemiştir. Geçersiz olarak nitelediği kıyas yerine başta fâsid kıyas olmak üzere birçok lafız zikretmiştir. İbn Kayyim, kıyasın karşısında üç muhtelif gruptan söz etmiştir. Onun ifadelerine göre söz konusu bu üç grubun görüşleri tutarsızdır. İbn Kayyim bu görüşleri çeşitli açılardaneleştirmiştir. Onun zikrettiği ve dengeli olarak nitelediği dördüncü görüş esas alınmalıdır. Çünküönde gelen fakihler bu görüşte birleşmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye, şerꜤî metinlerdeki illetlerinaçık bir şekilde belirtildiğini ifade etmiştir. Ayetlerdeki illetlerin bizzat Allah Teâlâ; hadislerdekiilletlerin Hz. Peygamber tarafından tayin edildiğini dile getirmiştir. Bu bağlamda şeriatın amaçlarına ulaşmak için istikra/tümevarım yönteminin önemini ihsas ettirmiştir. Hükümlerin taʿlîli hususuna büyük önem vermiştir. Hükümleri, akılla kavranabilen, kavranmayan ve bu ikisi arasındaolanlar şeklinde üç grupta ele almıştır. Aslında muallel bazı hükümlerin taabbudî olarak telakkiedildiğini belirtmiştir. Ona göre iddet gibi kimi meseleler taabbudî değildir. Çünkü iddetin hikmetlerini anlamak mümkündür. İbn Kayyim’in bu konuda çağdaş dönemdeki bilginlere öncülük ettiğigörülmektedir. O, makâsıdla ictihad arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Onun ifadesine göre ictihadkapısının kapandığı şeklindeki iddialar doğruyu yansıtmamaktadır. Çünkü bu iddiaların doğru olduğunu kabul etmek ilmin yok olması anlamına gelir. Bu nedenle bu iddiaları dikkate almak mümkün değildir. İbn Kayyim, fıkhî problemlerin makâsıd çerçevesinde canlı ve etkin bir ictihad anlayışıyla çözülmesi gerektiğini dile getirmiştir. Makâsıd bağlamında, vesâil meselesine de büyükehemmiyet vermiştir. Zira vesile, maksada bağlı olduğundan onun izinden gider. Ona göre gerekmaksûd gerekse de vesile amaç haline gelmiştir. Bu sebeple harama götüren yollar yasaklanmıştır.Harama götüren yolların yasaklanmaması durumunda harama teşvik gibi bir durum ortaya çıkar.İbn Kayyim, mefsedete neden olan söz ve eylemlerin toplamda dört grup altında birleştiğini belirtmiştir. Hükümlerin değişmesinin insanların maslahatı açısından zorunluluk arz ettiğini söylemiştir. Hükümlerin değişmesi adına zaman, mekân, durum, niyet ve âdet şeklinde beş unsur tayin etmiştir. Ona göre hükümlerin değişmesi fikri büyük faydalar barındırmaktadır. Bu faydaya gereğince vakıf olamayanlar kulların problem yaşamasına neden olmuştur.Neticede İbn Kayyim, nasların literal anlamlarının yanında mana ve maksadına büyük önem vermiştir. Bunun bir sonucu olarak fetvanın değişimi fikrini tatbiki olarak sahiplenmiştir. Diğer yandan hilelere genel olarak karşı çıkmıştır. Ezcümle onun, makâsıd ilmine kıymetli katkılar verdiğirahatlıkla söylenebilir. Nitekim günümüz eserlerinde onun görüşlerine sıklıkla başvurulması bunudoğrular niteliktedir.
|
Ahlaki hayata dair “iyi”, geleneksel dünyada kurucu ve kural koyucu akıl/irade tarafından belirlenir. Logos merkezli bu iyi, önceden belirlenen kurallar bütünü ve düzenini içerir. Söz konusu anlayış geleneksel dünyanın ve özellikle Batı varlık (mevcudiyet) metafiziğinin bir yansıması olarakokunabilir. “Değer” olarak ifade ettiğimiz modern dönemdeki iyi ise sabit bir merkezin belirlenimleri ve onun hedeflenen amaçlarının peşinden gitmek yerine bireylere ahlaki yaşam konusundarehberlik etmeyi amaçlar. Nitekim modern öncesi geleneksel dünyada siyasi belirlenimler içerenahlaki sistemin, teorik üretim yoluyla oluşup önceden belirlenen kurallar bütününü ve düzeniniyansıtan iyiyi amaçladığını söyleyebiliriz. Modern dönemde teleolojik evren anlayışının da terkedilmesiyle birlikte, iyi yerini değer anlayışına bırakmıştır. Bu durum, kesin ve değişmez hakikatanlamındaki metafizik belirlenimli ahlaki iyiden koparak insani iyi olan değere geçişe zemin hazırlamayı temsil eder. Böylelikle ahlak alanı da bizim dışımızdaki teolojik ya da metafiziksel bir ölçüve konu olmaktan çıkıp, insanın kendi aşkınlık tecrübe ve değerlendirmelerinin belirleyici olduğuolumsallık alanına dönüşmüştür.Çalışmamızda özellikle Heidegger düşüncesinde var olan şekliyle değerler, Dasein’ın kendi dünyasında ve zamansallığında yapılan açılımının uzanımı olarak ele alınacaktır. Söz konusu anlamdadeğerler, ontik bir hakikat yerine, var-olmanın anlamının ne olduğunu temsil eden ontolojik hakikat üzerine temellenir. Yeni durumla, anlam ve iyi “Varlık” yerine “insanda” ve “bu-dünyada” aranır. Değerler, nesnel kategorik sorgulamalar yerine varoluşsal sorgulamalarla fonksiyonel iyi olarak belirlenir. Söz konusu belirlenimle değerler, iyinin tam bir dekonstrüksiyonu olarak da okunabilir. Nitekim Heidegger ayırt edici bir varoluş ve değer teklif eder. Varlığın kapalılığının açılmasını amaçlayan Heidegger’e göre hakikat bir son veya nihai bir karar değil bir aktivite ve uğraktır. İnsanın kendi değerlendirmeleri, yönelimleri ve kaygıları tarafından oluşturulan yeni hakikat ve değer ile varoluş, fenomonolojik olarak keşfedilir. Dasein’ın açılımı olarak okunabilecekbu durumla özneye, şeylerin kendilerini açığa çıkarmasını sağlamak için onlara nasıl yaklaşacağıkonusunda rehberlik edilir. Heidegger yeni temellendirme ile kadim hakikat fikrini yok saymakyerine onu fenomenolojik olarak temellük eder. Böylece bireyin değerleri keşfetmesi, soyut metafiziksel veya teolojik hakikatler yerine var olanlar üzerinden Dasein’ın çağrısına yönelmesi veona ilgisine dönüşür.Heidegger’e göre etik önceden kurulan teorik bir özne üzerine ilave edilen bir şey değildir.Bu durum Dasein’ın sahih varoluşunu yansıtamaz. Çünkü ona göre kendiliğin karakteri sürekli dayatılan, değişmeksizin var olan kendilik-nesnesi değildir. Kendilik, dayatmalardansıyrılıp kapalılığı açmakla ve dünyayı fenomenal keşifle yeniden kurmakla gerçekleşebilir.Böylece o, yaşam karşısında yeni bir pozisyon alma ve yeni değerler üretilmesini amaçlar.Dasein’nın bir defalık varoluşunu (existenz) ve hakikatini temsil eden değer, belirli kavrayışyapısının dayattığı kurallar yerine dünyayla her günkü karşılaşmasında şeylerin kendileriniaçığa çıkarmak üzere girdiği pratik ilişkiyi esas alır. Varlığın insani deneyimle açığa çıkmasınıyansıtan değer, iyiden farklı olarak soyut bir insanlık yerine somut bir ferdi esas alan ve insanı haricindeki her şeyden ayıran varoluşsal belirlenimleri içerir. Söz konusu anlamda Heidegger’de değer, var olanı “oluruna bırakma” olarak nitelendirilebilecek dinamik bir yaşambiçimi olarak okunabilir.Çalışmamızda Heidegger’in ahlak anlayışını -mevcudiyet metafiziği üzerine kurulu geleneksel iyiden farklı olarak- kişiye yeni keşifler sunan ve daha çok ona rehberlik etmeyi amaçlayan değer diyeniteleyerek yeni bir okumaya tabi tuttuk. Ülkemizde de iyi ve değeri ayıran çalışmaların yetersizliğini göz önünde bulundurduğumuzda değer meselenin ihtiyaç duyduğu olgunluğa kavuşması bakımından Heidegger üzerine yaptığımız bu çalışmanın konuya yeni bir bakış açısı getirerek katkısağlamasını umuyoruz.
|
Devletlerin kendi kuruluşlarına teolojik nedenler bulmaları özellikle modernlik öncesi dönemdeyaygın bir durumdur. Ancak modern dönemlerde de dinsel temelli politik iktidarlar devletin kuruluşu ile teolojik temeller ve amaçlar arasında bir ilişki kurarlar. Teolojik nedenler arasında önemlidayanak noktalarından biri Mesih beklentisi ve inancıdır. Bu bağlamda Yahudi inancında Mesih beklentisi inancı ve Tanrı eliyle vaat edilen topraklarda bir Yahudi devletin kurulması önemli bir idealdir. Teodor Herzl’in 1897’de Bazzel konferansıyla başlattığı siyasal Siyonizm, özü itibariyle laik, ırkçı,seküler bir harekettir. İsrail Devleti Tanrı eliyle kurulmadığı için Yahudiler arasında derin tartışmalara sebep olmuştur.Bu makalede İsrail’in bir devlet olarak kuruluşunun teo-politik meşruiyet sorunu açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. 1948 yılında laik ve seküler iddialarla kurulan İsrail, kurulduğu günden bu yanakuruluşunu teolojik olarak meşrulaştırmak istemiştir. 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün SavaşlarıSiyonistler tarafından İsrail’in kuruluşunun teolojik tasdiki olarak yorumlanmıştır. 1950’li yıllardaİsrail Hükümetinin Başbakanı David Ben-Gurion’un bu yorumda politik aktör anlamında öncü rolüoynadığı görülmektedir. Kitabı Mukaddes anlatıları, Ben Gurion’un gündelik teo-politik retoriğineyapı, araç ve söylem olarak hizmet etmiştir. Ulusalcı Dinî Parti/Hareket 1967’den beri işgal edilentopraklardaki yerleşim politikasını, kendilerinin ne politik duruşunu ne de inançlarını paylaşan diğer İsrailli Yahudilere büyük oranda benimsetebilmeyi başardığı görülmektedir. Onlara göre bu zafer dünyadaki çoğu Yahudi’nin İsrail’e aidiyet hissini pekiştirmiş, İsrail halkının iyimserliğini veumudu yeniden canlandırmış ve bu durum ilahi ve mucizevi bir müdahale, Siyonist girişimin onaylanma nişanesi olarak görülmüştür. Bundan böyle ne dindar Yahudiler ne de dindar olmayan laikseküler Yahudiler “ilk peygamberlerin toprağına” bu dönüşün onaylanma nişanesini görmezliktengelebilirdi.1967 Altı Gün Savaşları’nın meydana getirdiği büyük değişiklikler, gerek Yahudilerin devletinin birYahudi devletine dönüştüğünü gören din adamları, gerekse geleneksel olarak devletin laik tanımınabağlanmış bulunan din adamı olmayanlar üzerinde derin dinsel-siyasal yankılar yapmıştır. Bununsonucu da Yahudi devleti ile Yahudi toprağı ikiliğinin ortadan kalkması olmuştur. Altı Gün Savaşları’ndan önceki durum ile sonraki durum arasındaki değişim de bunun en açık kanıtı sayılmıştır.Artık İsrail Devleti Yahudiler için bir ihsan değil, esasında Tanrı’nın Yahudi olmayan uluslardan intikamı olarak görülmeye başlanmıştır. Özünde modernitenin teolojik-politik bir projesi olarak görülebilecek bu durum, teo-politik aktörlerin politik ihtiraslarını teoloji kılıfıyla kamufle edip, amaçlarıiçin geniş Yahudi kitlelerinin desteğini almayı hedeflemekten başka bir anlama gelmemektedir.1967’deki Altı Gün Savaşlarıyla birlikte siyasal Siyonizm dinî bir hüviyete bürünmeye ve İsrail Devletibazı Ortodoks Yahudiler hariç Yahudi toplumunda genel kabul görmeye başlamıştır. Zira özü itibariyle Tanrı’nın eliyle kurulması gerekirken Yahudiler tarafından kurulmuş olan ve bundan dolayıdinî meşruiyet taşımayan İsrail Devleti, Arap-İsrail savaşlarında başarılı olmuş, bundan çıkarılan neticeyle Tanrı’nın İsrail Devletine onayı olduğu düşünülerek yaygın destek ve onay kazanmıştır. Bu,Tanrı’nın maksadı olarak kabul edilmiş, ‘Tanrı desteklemeseydi biz Arapları yenemezdik’ düşüncesihâkim olmuştur.1967 Altı Gün Savaşları’nın sonuçları, aradıkları meşruiyeti önemli oranda vermiştir. Ancak bütünYahudiler aynı fikirde değildir. 1967 Altı Gün Savaşları’nı Siyonist perspektiften “ilahi bir mucize veİsrail’in kuruluşunun teolojik tasdiki olarak” gören teo-politik anlamının yanı sıra aynı olayı antiSiyonist perpektiften “şeytani bir plan” olarak görenler de vardır. Bu görüşte olanlara göre Altı GünSavaşları, İsrail’i tuzağa düşürmek için itinayla hazırlanmış şeytani bir plandır. Bu anlayışa göre yapılması gereken Yahudiliğin gereklerini yerine getirerek sabırla beklemektir. İlahi tasdik Siyonistamaçlar için gerçekleştirilen savaşlarla olmaz. Bu anlayışa göre yapılması gereken Yahudiliğin gereklerini yerine getirerek sabırla beklemektir. İsrail’in kuruluşunun teolojik tartışmaları bitmiş değildir. Bir yandan geleneksel Yahudiliğin Mesih beklentisi, diğer yandan Siyonistler tarafından Mesih’in teo-politik amaçlarla araçsallaştırıldığı bir durum söz konudur.
|
Buḫârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’i Kur’an-ı Kerîm’den sonra en güvenilir kitap kabul edilmiş ve diğer hadis kitapları içerisinde hep en önde yer almayı başarmıştır. Bununla birlikte el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ tenkidden de vareste tutulmamış, bazı yönlerden eleştirilmiştir. Bu tenkidler sened ve metin esaslı tenkidler olarak iki başlıkta mütalaa edilebilir. Metne esaslı eleştiriler, metinlerde zikredilen bazı şahıs isimleriyle ilgili bilgi yanlışlıkları, birtakım kelime ve ibarelerle ilgili anlama hataları, tarihi gerçeklere uymama gibi konular üzerinde tekâsüf etmektedir. Sened yönünden tenkidler ise râvilerin cerh-tadîl açısından durumu ve seneddeki ittisal ve inkıta üzerinde yoğunluk kazanmaktadır. el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’e tenkid yöneltenlerden biri de İbn Receb el-Ḥanbelî olmuştur. Bu çalışmada, hicrî sekizinci asırda yaşamış, İslâm ilimlerinin farklı alanlarında eserler vermekle birlikte daha çok hadisçiliğiyle tanınmış İbn Receb el-Ḥanbelî’nin Fetḥu’l-Bârî isimli el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ şerhinde Buḫârî’ye yönelttiği bazı tenkidler incelenmiştir.İbn Receb’in tenkidleri dört başlıkta ele alınmıştır. Senede yönelik olarak vehim tenkidi üzerinden durulmuştur. Bu başlık altında İbn Receb’in vehim olduğunu öne sürdüğü iki ayrı sened incelenmiştir. Vehim olduğu gerekçesiyle yöneltilen her iki tenkid için de dikkat çeken husus, eleştirinin Buḫârî’nin sahabî râvi tercihi üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. Öyleyse her iki tenkid yerinde kabul edilse bile hadisin sıhhatini doğrudan etkilediği söylenemez. Zira “sahâbe mürseli” olarak ifade edilen bu husus birçok âlim tarafından hadisin sıhhatini zedeleyen bir kusur olarak görülmemiştir. Metne yönelik olarak idrâc tenkidi ele alınmış ve tespit edilen üç ayrı örnek irdelenmiştir. İdrâcı tespit etmek, Hz. Muhammed’in sözleriyle râvilerin sözlerinin arasının ayırt edilmesine ve doğru hadis metnine ulaşmaya yardımcı olacağından önem arz etmektedir. İbn Receb’in Buḫârî’ye yönelik tenkidlerinden bir diğeri ise Buḫârî’nin bâb başlıkları (terâcim) tercihleri üzerinde olmuştur. Buḫârî’nin fıkhî anlayışının bir yansıması mesabesinde olan bâb başlıkları, şârihlerin önem atfettiği konulardandır. İbn Receb de bu konu üzerinde durmuş ve Buḫârî’nin belirlediği bazı bâb başlıkları ile altında zikrettiği hadis/hadisler arasında uyum olmadığı yönünde birtakım tendikler yöneltmiştir. Bu çalışmada İbn Receb’in Buḫârî’ye bâb başlıkları konusundan yönelttiği üç örnek üzerinde durulmuştur. Ele alınan son tenkid konusu ise Buḫârî’nin bazı fıkhî çıkarımlarına yöneliktir. Buḫârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’i telif etmesindeki temel hedefi sahih hadislerin bir kısmını toplamaktır. Bununla birlikte o, eserine fıkhî görüşlerini de yansıtmıştır. İbn Receb, Buḫârî’nin fıkhî çıkarımlarından bir kısmına muvafakat göstermiş, bir kısmını ise eleştirmiştir. Bu çalışmada İbn Receb’in Buḫârî’nin fıkhî istinbâtına yönelttiği üç ayrı tenkid üzerinde durulmuştur.Çalışmanın esas hedefi İbn Receb’in tendiklerini değerlendirmek olmakla birlikte sadece bununla yetinilmemiş, başta İbn Ḥacer ve diğer önemli Buḫârî şârihlerinin de o konudaki görüşleri aktarılarak çalışmaya zenginlik katılması amaçlanmıştır. İbn Receb’in Buḫârî’ye farklı açılardan yönelttiği tenkidler onun savunmacı bir Buḫârî şârihi olmadığını göstermektedir.
|
İnternet ve akıllı telefonların özellikle pandemiyle birlikte artan kullanımları bireyleri farklı platformlarda daha fazla vakit geçirmeye yöneltmiştir. Yapılan araştırmalarda bireylerin özellikle gençlerin bilgiye erişimi kolaylaştıran Google gibi arama motorlarının yanında Facebook (Fb), Instagram, Twitter gibi dijital medya platformlarını aktif şekilde kullandıkları ortaya konulmuştur. Öyle ki, gençlerin dillerinden düşürmediği “Molla Google” ve “Hazreti Google” ifadeleri internetin gençler arasında yaygın kullanımına işaret etmektedir. Ancak, bilişim çağının getirdiği kitle iletişim araçlarının sunduğu imkanların her daim olumlu ve doğru kullanılabildiğini söylemek mümkün değildir. Nitekim değerlere yüklenebilen yeni anlamlar, özellikle değerlerdeki değişim ve dejenerasyonda sanal âlemin etkisinin boyutu nedir sorusu zihinleri meşgul etmektedir. Dolayısıyla son yıllarda gençlerde dikkat çeken bu değişimin yol açtığı değerlerle özdeşleşme problemi araştırmalarda dikkat çeken konulardan biridir. Gençlerin aileleri ve çevreleriyle ilişkilerinin zayıflayıp asosyalleştikleri aynı zamanda sanal alemde sosyalleştikleri; saygı, sevgi, hoşgörü gibi değerlerin sarsıldığı tartışılmaktadır. Bu açıdan çalışmada sanal alemin sunduğu içeriklerin gençlerin değer algılarına yönelik etkilerini konu edinen araştırmalar analiz edilmiştir. Literatür taraması yöntemiyle son on yıllık süreçte (2010-2020) DergiPark sisteminde yayınlanan gençlik, internet, din ve değer konulu 26 makale din eğitimi perspektifinden incelenmiştir. Ele alınan çalışmaların neredeyse tamamı (biri hariç) nitel ve nicel veriler sunan saha araştırmalarıdır. Söz konusu yıllarda yapılan çalışmalarda gençlik, din, değer ve dijital medya ilişkisinde dini amaçlı dijital medya kullanımı, ötekileştirme, sevgi-nefret-siber zorbalık, mahremiyet değerlerinin yanında internet bağımlılığı gibi sorunların irdelendiği görülmüştür. Mevcut veriler benzerlik ve farklılıklarına göre oluşturulan “gençlik, din ve dijital medya” ve “gençlik, değerler ve dijital medya” olarak iki tema altında değerlendirilmiştir. Dijital medyanın sınırları kaldıran yapısı gençlerin değer algı ve hiyerarşisini etkilemekte bilgi kirliğinin yanında bir rekabet ve seçim ortamı oluşturmaktadır. Araştırmaların sonucunda dijital medyanın sunduğu imkanların değer algı düzeylerinde dalgalanmalara yol açabileceğine dair bulgular ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda eğitim ve eğlenceyi bir araya getiren teknolojik araçların denetim problemi, güvenlik riskleri ve yanlış bilgilenmenin yol açabileceği hatalı öğrenmelerin yanında pornografi, şiddet ve kötü alışkanlıkların normalleştirildiği imge ve reklamlara maruz kalınabilmesi psikolojik, sosyal, bilhassa dini ve ahlaki birçok probleme sebep olabilmektedir. Dolayısıyla değer dejenerasyonu karşısında daha net tespit edecek yeni çalışmalara ve gençleri bu problem karşısında daha iyi bilinçlendirecek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) ders içeriklerine ihtiyaç duyulduğu söylenebilir.
|
Dini bilgi sahip olunan inançlar ekseninde bireylerin zihin dünyaları ve hayatlarında kuşatıcı bir boyuta sahiptir. Dini bilgi inanan bireyler için yalnızca ibadet boyutu ile varlık göstermez aynı zamanda hayatın bütünü için de yönlendirici olabilmektedir. Günlük yaşantıdaki eylemlerde de dini bilgiye sıklıkla referans yapılmaktadır. Dini bilgi bu yönüyle bireyler için günlük yaşamı düzenleyen ve bunu da sahip olduğu dünya görüşü üzerinden gerçekleştiren bir sisteme sahiptir. Dini bilginin öğretim süreçlerinde ön plana çıkan boyutu, dinin sahip olduğu dünya görüşünü ve bunu ne düzeyde yansıttığını da doğrudan etkilemektedir. Eğitim sistemi içerisinde yer alan din öğretimi her ne kadar öğretim yöntem ve teknikleri ile ele alınan bir eğitim faaliyeti olsa da öğretmenler sahip oldukları dini bilgi anlayışları ile din öğretimi süreçlerini şekillendirebilmektedirler. Denilebilir ki din eğitimi öğretmenlerinin dini bilgi anlayışları din öğretim süreçlerinde nasıl bir din öğretimi yaklaşımı benimsendiğini ve kullanılan öğretim yöntem ve tekniklerini etkilemektedir. Bu anlamda din eğitimi öğretmenlerinin bilgi ve dini bilgi anlayışları benimsenen eğitim felsefesi, müfredat ve içeriğe ek olarak din öğretimi süreçlerinin sınırlarını şekillendiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.Bu araştırmada, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenleri ile Anadolu imam hatip lisesi meslek dersi öğretmenlerinin, kendi görüşleri üzerinden, bilgi ve dini bilgi anlayışlarının ortaya konulması hedeflenmiştir. Araştırma grubu Malatya ili merkez ilçelerinde görev yapan toplam 21 Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeni ile Anadolu imam hatip lisesi meslek dersi öğretmenlerinden oluşmaktadır. Araştırmada nitel araştırma yöntemi, veri toplamada ise mülakat tekniği kullanılmıştır. Veriler, yarı yapılandırılmış sorulardan oluşan mülakatlar ile toplanmıştır. Elde edilen verilere içerik analizi uygulanmıştır. Araştırmada “öğretmenlerin bilgi ve dini bilgi anlayışları” teması; “bilgi anlayışları, dini bilgi kaynakları” ve “bilgi ve dini bilgi ayrımı” kategorileri altında ele alınmıştır. Araştırmanın sonuçlarına göre öğretmenler bilgi ve dini bilgiyi İslam bilgi anlayışı ekseninde değerlendirmektedirler. Bu bağlamda bilgi ve dini bilgi katılımcılar tarafından bütüncül bir yaklaşım ile ele alınmıştır. Ancak dini bilgi diğer bilgilerden, işlevselliği vurgulanarak ayrı tutulmuştur. Katılımcılara göre dini bilgi uygulamada, hayatın bütününü ve bütün bilgileri içine almaktadır. Katılımcılar bilgiyi dini bilgileri temelinde değerlendirmişlerdir. Bu anlamda katılımcıların dini bilgi anlayışları bilgi anlayışlarını kapsamaktadır. Ayrıca dini bilginin vahiy kaynaklı oluşu üzerinden ona diğer bilgilere nispi olarak ayrı bir kutsallık, üstünlük ve değer yüklenmiştir.
|
Çocuk/Sevgi Evleri, çeşitli nedenlerle ailesinde ayrı kalan çocukların devletin gözetiminde barındığı ve eğitim öğretim ihtiyacının karşılandığı kurumlardır. Bu kurumlarda verilen din eğitiminin niteliği, veriliş yöntemleri ve eğitim sürecinde karşılaşılan sorunların çözümü, korunma ihtiyacı olan bu çocukların geleceğe hazırlanması açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü aile eğitiminden yoksun kalan bu çocuklara mümkün olduğu ölçüde ailenin yokluğunu hissettirmemek ve onları sağlıklı bir şekilde geleceğe hazırlayıp topluma kazandırmak ancak eğitimle mümkündür. Söz konusu çocukların geleceğe donanımlı bir şekilde hazırlanması sürecinde genel eğitim yanında din eğitiminin de önemli bir rolü vardır. Çünkü din eğitimi, bireyin kendini tanıması, inanç ve değerler konusunda bilgi sahibi olması, hayatı anlamlandırması, ahlaki gelişim ve topluma uyum sağlama konusunda gerekli olgunluğa sahip olması açısından son derece önemlidir. Bu çocukların din eğitimine olan ihtiyacı, onlara verilen din eğitiminin niteliğini ve bu eğitimi veren din görevlilerinin yeterliliğini daha da önemli hale getirmektedir. İşte bu araştırmanın amacı, çeşitli nedenlerle ailelerinden ayrı kalarak korunmaya muhtaç hale gelen ve Çocuk/Sevgi Evleri’nde yaşamak durumunda kalan çocukların din eğitimi konusunda din görevlilerinin görüşlerini incelemek ve bu görüşlerden yararlanarak Çocuk/Sevgi Evlerinde verilen din eğitiminin kalitesini artırmaya yönelik bazı değerlendirmelerde bulunmaktır. Araştırma kapsamında Sivas Çocuk ve Sevgi Evleri’nde çalışan din görevlilerinden yarı yapılandırılmış görüşme (mülakat) tekniği ile araştırmanın verileri elde edilmiştir. Araştırmanın örneklemini, Sivas Çocuk/Sevgi Evleri’nde çalışan 18 din görevlisi oluşturmaktadır. Bu din görevlileri, 17 Çocuk Evi, 5 Sevgi Evi ve 1 de Çocuk Evleri Sitesi’nde kalan toplam 108 çocuğa eğitim ve rehberlik hizmeti sunmaktadır. Araştırmada kimlik bilgileri gizli tutulan din görevlilerine; bu kurumlarda verilen eğitim konusunda yeterliliklerine, çocuklara verilen din eğitiminin zorluklarına, katkılarına, daha iyi bir din eğitimi verilebilmesi için önerilerine dair yüz yüze sorular sorulmuştur. Araştırma sonucunda, bu evlerde kalan çocuklara din eğitimi veren din görevlilerinin mesleki açıdan tecrübeli olduğu ancak çocuk eğitimi konusunda yeterli donanıma sahip olmadığı tespitine ulaşılmıştır. Araştırma kapsamında ulaşılan bir diğer önemli sonuç ise Çocuk/Sevgi Evleri’nde verilen din eğitiminin çocuklar üzerinde olumlu etki bırakarak onların dini konulardaki yanlış inanç ve düşüncelerini değiştirdiği, geleceğe umutla bakmalarını sağladığı, ibadet ve ahlaki konularda dine uygun yaşama bilinci oluşturduğudur. Bu tespitlerden anlaşılacağı gibi, Çocuk/Sevgi Evlerinde görev yapan idarecilerin, uzmanların, eğitimcilerin, ev annelerinin ve diğer görevlilerin özenle seçilmesi ve bu evlerde verilen eğitimin niteliğini artırmaya yönelik çalışmaların süreklilik arz etmesi büyük önem taşımaktadır.
|
Covid-19 pandemisinden sonra virüsün yayılmasını önlemek amacıyla ülkemizdeki yükseköğretim kurumları derslerini uzaktan eğitim yoluyla vermeye başlamıştır. Klasik uzaktan eğitimden farklı olarak, öğrenci, öğretici ve öğretim kurumlarının hazırlıksız yakalandığı bu olağan dışı uzaktan eğitim uygulamalarının niteliklerinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçtan hareketle yükseköğretim öğrencilerinin “uzaktan eğitim” kavramına ilişkin metaforik algılarını belirlemeyi amaçlayan bu çalışma, nitel araştırma yöntemlerinden olgubilim (fenomenoloji) deseninde tasarlanmıştır.Araştırmanın katılımcılarını, 2020-2021 öğretim yılında Kilis 7 Aralık Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinin değişik sınıflarında öğrenim gören, uzaktan eğitime köy, ilçe ve il gibi farklı yerleşim birimlerinden katılan 197 kız ve erkek öğrenci oluşturmaktadır. Veriler, Covid 19 pandemisinden dolayı zorunlu olarak uzaktan eğitime devam eden öğrencilere “Uzaktan eğitim…… gibidir. Çünkü……..” ifadesindeki boşluklara uygun bir metafor ve metaforun gerekçesini yazmalarının istendiği yarı yapılandırılmış form kullanılarak toplanmıştır.Analizler sonucunda katılımcı 197 öğrenci tarafından 167 farklı metafor üretildiği tespit edilmiştir. Üretilen metaforlar olumsuz temasına ait 9 ve olumlu temasına ait 2 alt tema olmak üzere toplam 11 alt tema altında toplanmıştır. Araştırmada üretilen metaforlar incelendiğinde öğrencilerin uzaktan eğitime yönelik algılarının çoğunlukla olumsuz olarak ifade edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Uzaktan eğitimle ilgili olumsuz görüş belirten öğrenciler, en çok metafor ürettikleri “aldatıcı” ve “yapay” temasında, uzaktan eğitimin yüzyüze eğitimin yerini tutmaya çalışan fakat ne kadar ona benzemeye çalışsa da onun özelliklerine sahip olamadığını gösteren metaforlara yer vermişlerdir.Olumlu temasında olan metaforlar ise iki alt temadan oluşmaktadır. “Avantaj” temasında öğrenciler uzaktan eğitimin kendilerine hem evde olmanın konforunu hem de öğrenime devam etmenin avantajını sağladığını ifade etmişlerdir. “Gerekli” temasında ise, uzaktan eğitim, pandemi sürecinde yüzyüze eğitimin yerini doldurması ve eğitimde kesinti yaşanmaması için bir gereklilik olarak dile getirilmiştir.Öğrencilerin uzaktan eğitimle ilgili ürettikleri metaforlar çoğunlukla olumsuz olmasına rağmen, katılımcı öğrencilerin eğitim aldığı İslami İlimler Fakültesinde hiçbir öğrencinin pandemi sürecinde kayıt dondurma yolunu tercih etmedikleri bilgisi alınmıştır. Bütün bu veriler pandemi sürecinin başında ortaya çıkan bazı olumsuzlukların zamanla aşıldığı ve öğrencilerin yukarıda sayılan olumsuzluklara rağmen uzaktan eğitime uyum sağlamaya başladıkları anlamında değerlendirilebilir.
|
Dinde, özü teşkil eden inanç esaslarından sonra ikinci sırayı ibadetler almaktadır. Zira ibadetler dinin pratik hayata yansıyan yönüdür. İslâm tarihinin ilk yıllarına bakıldığında farz oluşundan uygulanma biçimlerine varıncaya kadar her ibadetin kendine özgü bir tarihi olduğu görülmektedir. Bu anlamda hac ibadeti İslâmî kaynaklarda yer alan bazı rivayetlere göre Hz. Âdem’e kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Ancak başta Kâbe olmak üzere söz konusu ibadetin ifa edildiği tüm kutsal mekânların ve bu ibadeti oluşturan uygulamaların neredeyse tamamının kökenleri Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bununla birlikte söz konusu ibadetin Hz. İsmail’den Hz. Muhammed’e geçen süreçte birçok değişikliğe yahut tahrife maruz kaldığı ve Hz. Peygamber’in Vedâ haccındaki uygulamaları sayesinde tevhid inancına uygun olarak yeniden özüne tahvil edildiği bilinen bir gerçektir. Yine haccın siyasi ve kurumsal boyutu bağlamında Hulefâ-yi Râşidîndönemindeki uygulamalar da oldukça dikkat çekicidir. Bu çalışmada daha çok erken dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan rivayetlerden hareket ederek Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerindeki hac ile ilgili uygulamalar sayesinde söz konusu ibadetin nasıl özüne döndürülerek İslâm’a uygun bir hale getirildiği hususu dinî, siyasi ve kurumsal yönleriyle ele alınmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda öncelikli olarak Hz. Peygamber döneminde gerçekleşen ve ilkine Attâb b. Esîd’in, ikincisine Hz. Ebû Bekir’in ve sonuncusuna da bizzat Allah Resûlü’nün önderlik ettiği hac ibadetleri ele alınacak ve bu hac ibadetleri ile ilgili rivayetler doğrultusunda söz konusu ibadet ile ilgili ne zaman farz kılındığı, Hz. Peygamber’in ya da diğer Müslümanların hac farz kılınmadan önce müşrik adetlerine göre hac yapıp yapmadıkları, hac emîrliği müessesesinin ne zaman ortaya çıktığı ve ilk hac emirinin kim olduğu gibi sorulara cevap aranacaktır. Daha sonra vatandaşın hak talebinde bulunması, valilerin hesaba çekilmesi ve hac emîrliği görevini kimin yapacağı gibi Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleşen hac ibadetleri sırasındaki farklı uygulamalar da ayrıntılı bir şekilde incelenecek vesonuç itibariyle hac ibadetinin Hz. Peygamber ile Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde geçirdiği değişim ve dönüşüm yanında dini, siyasi ve kurumsal yönlerine ışık tutulmaya çalışılacaktır. Ayrıca böyle bir çalışmanın sınırını aşacağından Hz. İbrahim ve Hz. İsmail sonrası hac ibadeti yahut câhiliye dönemi haccı konusuna girilmeyecek sadece söz konusu ibadetin İslâm dinine ya da tevhid inancına uygun hale getirilmesi sırasındaki bazı değişiklere ayrıntılarına girilmeksizin değinilecektir. Benzer şekilde Hz. Peygamber veya Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleşen umre seyahatlerine de yer verilmeyecek yalnızca önemine binaen yeri geldiğinde işaret edilip geçilecektir.
|