Amaç: Diabetes Mellitus (DM) hastalarındaki diyabetik periferik polinöropatiler (DNP) yaşam kalitesini olumsuz etkileyen önemli bir
komplikasyondur. İç Hastalıkları ve Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon (FTR) polikliniğinde DNP açısından yüksek riskli hastaları öngörmek,
daha hızlı ve doğru şekilde DNP tanısı koymaya ve tanının atlanmasının önüne geçmeye yardımcı olacaktır.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2018-Ağustos 2019 tarihleri arasında Karabük Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi FTR ve İç
Hastalıkları polikliniğine herhangi bir nedenle başvuran 173 erkek ve 226 kadın olmak üzere toplam 399 DM tanılı hasta dahil edildi.
DNP tanısı LANSS ölçeği (Leeds Assessment of Neuropathic Symptoms and Signs) ile konuldu ve sonrasında hastalar polinöropatik
olan (DNP+) ve olmayanlar (DNP-) olarak iki gruba ayırıldı. Gruplar arasındaki demografik veriler, VKİ (vücut kütle indeksi), HbA1c
düzeyi, DM süreleri, oral antidiyabetik (OAD) ve/veya insülin kullanımları karşılaştırıldı. DNP için bağımsız prediktörler lojistik
regresyon analiziyle incelendi.
Bulgular: Hastaların %38,6’sında DNP mevcuttu. Ortalama yaş, DM süresi ve VKİ DNP+ grupta DNP-’lere kıyasla anlamlı derecede
yüksekti [sırasıyla; (62,4 ± 11,1 ve 59,3 ± 12,4 ay, p = 0,014), (72,7 ± 29,9 ve 54,0 ± 26,5 ay, p < 0,001), (33,6 ± 6,3 ve 31,3 ± 6,5, p = 0,001)].
DNP, HbA1c değeri >7 olanlarda ≤7 olanlara göre daha sık görülmekteydi (p=0,026). OAD, insülin kullanımları ve HbA1c düzeyleri
gruplar arasında benzerdi (p=0,107, p=0,075 ve 0,232). Lojistik regresyon analizinde, HbA1c düzeyi, cinsiyet ve insülin ya da oral
antidiyabetik kullanımları ile DNP arasında bağımsız bir ilişki saptanmazken (P>0,05), hastalık süresinin uzun (>61 ay) olması, ileri yaş
(>60,5 yaş) ve obezitenin DNP için bağımsız prediktörler oldukları saptandı [sırasıyla; Odds ratio (OR): 2,78 (%95 Güven Aralığı (CI);
1,832 – 4,228, p<0,001), OR: 1,62, %95CI; 1,053 – 2,493), P=0,028 ve OR: 1,78, %95CI; 1,143 – 2,789), P=0,011)].
Sonuç: DM’li hastalarda ileri yaş, beş yıldan uzun hastalık süresi ve obezitenin DNP için bağımsız klinik parametreler oldukları
saptanmıştır. Günlük pratikte DNP’yi predikte edebilen bu kriterler ucuz ve kolay uygulanabilirliği nedeniyle göz önünde tutulmalıdır.
|
Amaç: Bu çalışmanın amacı periferik arter hastalığı (PAH) bulunan infrapopliteal arterlerde uygulanan perkütan transkateter anjioplasti
(PTA) tedavisinin etkinliğini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2018 ve Ocak 2019 tarihleri arasında, infrapopilteal PAH nedeni ile endovasküler PTA tedavisi uygulanan
hastaların kayıtlı olan bulguları ve kontrol Doppler ultrasonografi (DUSG) raporları elde edildi. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası kayıtlı
DSA görüntüleri incelenerek hangi vasküler yapıların hastalıklı olduğu, sayısı ve tedaviye yanıtı listelendi. Kritik ayak iskemisi olan,
iskemik dinlenme ağrısı veya ayak yarası olan endovasküler tedavi uygulanmış hastalar çalışmaya dâhil edildi. Endovasküler tedavi
teknik başarı kriterlerleri olarak, DSA’da hastalıklı vasküler yapının normal açıklığa ulaşması, kontrast maddenin bu seviye distaline
geçişinin yeterli olması olarak belirlendi. Kontrol DUSG uygulamalarda normal formda trifazik alt ekstremite arteryal akım formu
olması patensi kriteri olarak belirlendi. İlk tedavi sonrasında, başka endovasküler tedaviye ihtiyaç olmadan bir yıllık süreli açık kalma
lma durumu primer patensi olarak kabul edildi. Bu süreçte vasküler açık kalma için ek tedavi ihtiyacı olmuş ise sekonder patensi olarak
kabul edildi.
Bulgular: Endovasküler olarak tedavi edilmiş toplamda, 27 infrapopliteal arter hastalığı olan 19 hastanın verileri çalışmaya dâhil
edildi. Hastaların 15 (%78,9)’inde hipertansiyon, dokuzunda (%47,3) diyabet ve yedisi (%36,8) sigara kullanımı hikayesi mevcuttu.
Hastaların %68,4’inde iskemik cilt ülseri ve %42’sinde istirahat ağrısı mevcuttu. Tamamında egzersiz ile ortaya çıkan ağrı semptomu
oldu. Uygulanan PTA sonrası herhangi bir hastada cerrahi müdahale gerektiren majör komplikasyon olmadı. Bir yıllık primer patensi
oranı %73,6 (14/19), sekonder patensi oranı %84,2 (16/19) oldu.
Sonuç: İnfrapopliteal PAH tedavisinde endovasküler PTA düşük komplikasyon ve yüksek patensi oranları ile güvenle kullanılabilir.
|
Bayram ÇOLAK ,
Ramazan DURAN ,
İLHAN ECE ,
SERDAR YORMAZ ,
Abdul Wali ZALAND ,
Ersagun TAŞDELEN ,
Nur Dilara SARIHAN ,
Mehtap ARSLAN ,
Merve Nur ÖZTÜRK ,
Anıl Furkan AKBAŞ ,
Ayşe Nur ASLAN ,
Onur ELAGÖZ ,
Barış LÖK ,
Yasemin ÖZŞEN ,
Ceren ERSOY ,
Furkan Necmettin CAN ,
Kamile MARAKOĞLU ,
Mustafa ŞAHIN
Amaç: Diyabetin komplikasyonlarından birisi olan diyabetik ayak yarası (DAY) uzuv kayıpları ve hatta ölümle sonuçlanan önlenebilir
bir tablodur. Diyabetik hastalara verilen eğitimlerle DAY gelişme oranı %50 azaltılabilmektedir. Çalışmada diyabetik hastaların ayak
bakımı hakkındaki bilgi düzeylerini ve bilgilendirilmiş hastaların doğru uygulama becerilerini ölçmeyi amaçladık. Ayrıca DAY gelişmiş
hastaları da çalışmaya dahil ederek diyabetik ayak yarası gelişmesinde eğitimin önemini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Aile hekimliği polikliniğinde diyabet eğitimi alan ve genel cerrahi kliniğinde DAY nedeniyle takip edilmiş
diyabetik hastalar değerlendirildi. Hastalara DAY hakkındaki bilgi düzeylerini ve doğru uygulama düzeylerini ölçen soruları içeren
anketler yapıldı. DAY gelişmiş ve gelişmemiş hastalar karşılaştırıldı.
Bulgular: Eğitim düzeyi düşük, sigara kullanan, 10 yıldan daha uzun süredir diyabetik olan, düzenli kontrole gitmeyen, kan şekeri
regülasyonu sağlanamamış, günlük diyete uymayan, diyabet eğitimi almamış hastalarda DAY gelişme oranının istatistiksel olarak
anlamlı düzeyde yüksek olduğu tespit edildi. DAY gelişmiş hastaların bilgi düzeyleri ölçümü anketine verdikleri cevapların ve günlük
uygulamalarının da diğer hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yanlış olduğu tespit edildi.
Sonuç: Hastalar, diyabetik ayak bakımı ile ilgili yeterli bilgi düzeyine sahip değiller. Diyabetik ayak eğitimi verilmiş kişilerde de bu
bilgilerin gündelik hayatta uygulama oranı çok düşüktür. Bu durum diyabetik hastalarda tek başına DAY oluşma riskini artırmaktadır.
|
Amaç: İlk trimester Down Sendromu tarama testi olarak biyokimyasal belirteçler olan gebelik ile ilişkili plazma protein A (PAPP-A) ve
human koriyonik gonadotropin serbest beta alt birimi (β-hCG) kullanılmaktadır. Bu çalışmada gebeliğin ilk üç ayında yapılan kombine
test sonuçlarının gestasyonel diabetes mellitus (GDM) ile ilişkisi araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma grubunu GDM tanısı alan ve doğumu 1 Ağustos 2018 ile 31 Ekim 2018 arasında hastanemizde gerçekleşen
95 hasta oluşturmaktaydı. Kontrol grubu için hastanemizde termde doğum yapan, ek hastalığı olmayan, gebelik komplikasyonu
saptanmayan ve kombine test sonuçlarına ulaşılabilen 100 hasta rastgele seçilmiştir. Gruplardaki hastaların ilk trimester serum β-hCG
ve PAPP-A düzeyleri karşılaştırılmıştır.
Bulgular: PAPP-A düzeyi ve MoM değeri ile β-hCG düzeyi ve MoM değeri GDM grubunda daha düşük saptanmıştır (sırasıyla, p=0,013,
p=0,081, p=0,001 ve p=0,007). En ideal kesme değeri PAPP-A için 1,715 ng/mL (duyarlılık %61 ve özgüllük %22) ve PAPP-A MoM
için 0,905 (duyarlılık %51,6 ve özgüllük %39) olarak bulundu. En ideal kesme değeri Β-hCG için 25,75 mIU/mL (duyarlılık %56,8 ve
özgüllük %30) ve β-hCG MoM için 0,745 (duyarlılık %57,9 ve özgüllük %28) olarak bulundu.
Sonuç: PAPP-A ve β-hCG düzeyleri GDM gelişenlerde sağlıklı gebelere kıyasla daha düşüktür. Ancak hem PAPP-A hem de β-hCG için
bulunan ideal kesme değerlerde yalancı pozitiflik oranları oldukça yüksektir.
|
Amaç: Tip 3 otoimmün poliendokrinopati sendromu (OPS), Addison hastalığı olmaksızın otoimmün tiroid hastalığı ile diğer bir
otoimmün hastalık birlikteliği olarak tanımlanmaktadır. Hastada otoimmün bir gastrointestinal hastalık olursa klinik tablo tip 3b OPS
olarak tanımlanır. Bu incelemede çocukluk çağında tip 1 diyabet (T1D) tanısı almış hastalarda tip 3b OPS sıklığı araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 01.06.2013-31.08.2019 tarihleri arasında takibi yapılmış 232’si erkek 446 T1D’li çocuk çalışmaya alındı.
Hashimoto tiroiditi (HT), pozitif anti TPO ve/veya anti-Tg pozitifliği ile otoimmün enteropati ise anti-doku transglutaminaz Ig A
pozitifliğini takiben yapılmış ince bağırsak biyopsisinde çölyak hastalığı (ÇH) ile uyumlu histoloji varlığı ile tanımlandı.
Bulgular: Hastaların 61’inde (%13,7) HT ve 34’ünde (%7,6) ÇH tespit edildi. Hastaların 87’sinde (%19,5) HT veya ÇH varken, aynı
hastada hem HT hem de ÇH varlığı (tip 3b OPS) sadece 3’ü kız 4 hastada (%0,9) tespit edildi. Tip 3b OPS’li hastaların T1D tanı yaşı
sadece HT veya sadece ÇH olanlar ve her iki hastalığı olmayanlar ile karşılaştırıldığında daha düşük olmakla birlikte istatistiksel bir fark
saptanmadı (p=0,087).
Sonuç: Çocukluk çağında tanı almış T1D’li çocukların yaklaşık beşte birinde HT veya ÇH tespit edilirken tip 3b OPS sıklığının oldukça
nadir olduğu tespit edilmiştir.
|
Çin’de, ilk kez 31 Aralık 2019’da, yeni bir ciddi akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2)’nin neden olduğu COVID-19
enfeksiyonu tespit edildi ve pandemiye sebep oldu. Hipertansiyon (HT), COVID-19 enfeksiyonunda prognozu etkileyen önemli bir
komorbidite olarak karşımıza çıkmaktadır. SARS-CoV-2’nin akciğerde viral giriş reseptörü olarak anjiyotensin dönüştürücü enzim 2’yi
(‘angiotensin converting enzyme-2’, ACE2) kullanması, COVID-19 enfeksiyonunda hipertansiyon tanısı olan ve ACEI/ARB tedavisi
alan hastalar açısından endişe yaratmıştır. Yapılan çalışmalarda HT tanısı olan COVID-19 hastalarında hastalığın daha ciddi ve daha
mortal seyrettiği görülmektedir. ACEI/ARB kullanım gruplarında birçok çalışmada prognoz açısından farklılık oluşturmadığı hatta
bazı çalışmalarda olumlu etki oluşturduğu izlenmektedir. Ayrıca diğer antihipertansif tedavilerin de prognoz veya mortalite açısından
anlamlı farklılık yaratmadığı görülmektedir. Hipertansif hastaların kan basıncı mutlaka kontrol altında tutulmalıdır. Başka bir neden
yoksa hastaların antihipertansif tedavileri değiştirilmemelidir.
|
Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) etkisinin mortalitesi ile sınırlı olmadığı, dünya genelinde büyük bir nüfus üzerinde ruhsal
etkileri olduğu dikkat çekmektedir. Bir salgın sırasında bireyler arasında en yaygın olarak korku ve anksiyete ile ilişkili belirtilerin
görüldüğü bildirilmiştir. Ruhsal bozukluğu olmayan kişilerde gelişebilecek yeni psikiyatrik belirtiler, takipli psikiyatrik bozukluğu
olanlarda belirtilerin kötüleşmesi, sosyal mesafelenme, izolasyon ve karantina gibi kısıtlayıcı önlemlerin bireyler üzerine etkileri, enfekte
olan kişiler ve kayıp yaşayan bireyler üzerinde gelişebilecek ruhsal etkiler farklılık gösterebilmektedir. Mevcut bu sağlık krizi sırasında,
COVID-19 enfeksiyonu olan hastalar dışında genel nüfus, yaşlılar, çocuklar, psikiyatrik bozukluğu olanlar ve sağlık profesyonelleri
arasında da ruhsal sorunlarda artış olduğu bildirilmiştir. Bu yazıda mevcut salgın sürecinin farklı gruplar üzerinde gözlenebilen ruhsal
ve davranışsal etkilerin, yakın tarihli çalışmalar ve geçmiş salgın dönemlerindeki dünya deneyimleri ile sentezlenerek sunulması
amaçlanmıştır.
|
COVID-19 pandemisi toplumlarda benzeri görülmemiş bir sorun oluşturmuştur. Hastalarda ortaya çıkan immobilizasyon, pulmoner,
nöromüsküler ve bilişsel komplikasyonlar göz önünde bulundurulduğunda, rehabilitasyon uzmanları COVID-19 olan hastaların iyileşme
sürecinde önemli bir rol oynayabilir. Birçok kronik hastalıkta kardiyopulmoner rehabilitasyonun (KPR) yararlı etkileri uzun zamandır
bilinmektedir. COVID-19’da KPR’nin etkinliği ile ilgili bilimsel kanıtlar da artmaktadır. Bu çalışmalar ışığında, KPR programlarının
COVID-19 hastalarında faydalı olacağı öngörülmektedir.
|
COVID-19 pandemisi sürecinde ağır hemodinamik bozukluklar, ağır pnömoni, solunum yetmezliği, akut solunum sıkıntısı sendromu
(ARDS), organ hasarı, sepsis, septik şok gibi sorunları olan kritik hastaların yoğun bakım yönetiminde; yoğun bakıma ihtiyacı olan
hastaların belirlenmesi, tedavisi, bu süreçte yoğun bakımların dizaynı gibi pek çok farklı konuyu içeren klinik araştırmalar, derlemeler,
kılavuzlar yayınlanmıştır. Pandemi sürecinde yoğun bakım görevlilerinin bilgi ve tecrübeleri her geçen gün giderek artmaktadır. Bu
makale Mart-Haziran 2020 ayları arasında gerek ülkemiz gerekse de yurt dışı uygulamalarda erişkin COVID-19 hastalarının yoğun
bakım yönetimi hakkında önerilen bilgiler ışığında derlenmiştir.
|
Giriş: Kronik hastalık sebebiyle ilaç kullanımı olan hastalarda, bariatrik cerrahi sonrasında ilaç dozları ayarlanmalıdır. Bariatrik cerrahi
sonrası oral alınan ilaçların farmakokinetiği ile ilgili çalışmalar sınırlıdır. Biz de bariatrik cerrahi sonrasında lityum kullanımına devam
etmesi gereken genç bipolar erkek obez hastamızı sunacağız.
Olgu: 26 yaşında erkek hasta son 1 yılda 20 kilo alımı sebebiyle başvurdu. Hasta 2 yıldır bipolar bozukluk (BPB) tanısıyla, risperidon
2 mg 1x1 tablet ve lityum 1x3 kapsül kullanıyordu. Astım tanısı olan hastanın düzenli inhaler kullanımı yoktu. Fizik bakıda; vücut
ağırlığı: 195 kg, boy: 184 cm, vücut kütle indeksi: 57.5 kg/m2 ve vital bulgular stabil saptandı. Akciğer muayenesinde ronkuslar saptandı;
diğer sistem muayeneleri normal sınırlardaydı. Laboratuar bulgularında; glukoz: 480 mg/dL, kreatinin: 0.9 mg/dL, ALT: 65 U/L,
AST: 28 U/L, Na: 143 mmol/L, K: 4 mmol/L, HDL: 26 mg/dL, LDL: 165 mg/dL, Trigliserid: 200 mg/dL, HbA1c: %8.5 saptandı. Tip 2
diyabet tanısıyla, eksenatid 5 mcg 2x1 subkütan ve metformin 1000 mg 2x1 tb başlandı ve kan şekeri regülasyonu sağlandı. Psikiyatri
tarafından değerlendirilen hasta BPB açısından stabil seyretti ve serum lityum düzeyi: 0.5 mEq/L saptandı. Bariatrik cerrahi konseyinde
değerlendirildi ve laparoskopik Roux-n-Y gastrik bypass (RYGB) cerrahisi planlandı. Postoperatif pulmoner komplikasyonları azaltmak
için perioperatif beta2 agonist inhaler tedavi başlandı. RYGB uygulanan hastaya postoperatif dönemde metformin veya eksenatid
verilmedi. Bariatrik cerrahi diyeti verilen hastanın kan şekeri regülasyonu antidiyabetik bir ajana ihtiyaç duyulmadan sağlandı. Hasta
postoperatif dönemde lityum ve risperidonu tolere edemedi ve bu sebeple hastaya sublingual olanzapin 10 mg başlandı. Daha sonra
postoperatif 1.ayda risperidon im 25 mg 2 haftada bir uygulanmaya başlandı. İntolerans sebebiyle postoperatif 6. aya kadar lityum
verilmedi. Postoperatif 6. ayda lityum 1x1 kapsül başlandı, doz haftada bir tedricen 1x3 kapsüle çıkıldı. Tedavinin 1. ayında bakılan
lityum düzeyi 0.21 mEq/L, 6. ayında 0.129 mEq/L ölçüldü. Efektif lityum düzeyi sağlanamadı.
Sonuç: Bulantı sebebiyle postoperatif lityum kullanımı zorlaşmaktadır. Hastamızda postoperatif 6. aydan sonra lityum düzenli
verilebildi ancak serum lityum düzeyi referans aralığına ulaşmadı. BPB’de bariatrik cerrahi sonrasında lityum kullanımı ile ilgili geniş
çalışmalara ihtiyaç vardır.
|