Amaç: İlk doğum yaşının postmenopozal kemik yoğunluğu ile ilişkisini değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Rutin yıllık kontrol amacıyla hastanemiz menopoz polikliniğine başvuran ve
çalışma koşullarını karşılayan ardışık tüm hastalar bu çalışmaya dahil edildi. Her hastanın obstetrik
öyküsü ve demografik özellikleri sorgulanarak ilk doğum yaşları kaydedildi. Vertebra ve femur kemik
yoğunluğu dual enerji x ışını absorpsiyometri (DEXA) cihazı ile ölçüldü.
Bulgular: Çalışmaya adölesan doğum öyküsü olan 36, adölesan doğum öyküsü olmayan 44 olmak
üzere toplamda 80 hasta dahil edildi. Gruplar arasında yaş, menopoz süresi, çocuk sayısı, aylık gelir,
vücut kitle indeksi, menopoz tipi, mesleki durum, eğitim durumu, ilaç kullanımı, obezite açısından
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). İki grup arasında ölçülen Lomber T, Lomber Z,
femur T ve femur Z skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0,05).
Sonuç: Adölesan yaşta yapılan doğumlar hem femur hem de bel kemik mineral yoğunluğunu pozitif
yönde etkileyebilir.
|
Aim: The most significant clinical association of interatrial block (IAB) was found with increased risk of
atrial fibrillation and ischemic stroke. In this study, we sought to evaluate P wave duration and
interatrial block in patients presented with acute ST-segment-elevation myocardial infarction (STEMI)
who underwent primary percutaneous coronary intervention (PCI).
Materials and Methods: We performed a retrospective analysis of patients presented with acute
STEMI who underwent emergent PCI. Follow-up electrocardiograms were obtained from electronic
database system. Echocardiographic data were also obtained from electronic patient records.
Electrocardiographic measurements were performed using SEMA Workstation 3.8.1 (Schiller AG).
Results: Primary analysis included 200 consecutive patients with STEMI. However, there were 20 inhospital deaths and 83 patients were lost to follow-up. Remaining 97 patients (80 male, 17 female)
were included in the final analysis. Mean age was 57.0212.18 years. There were 48 patients with
anterior STEMI and 49 patients with inferior STEMI. Mean duration of follow-up was 11 months and
ECGs at the end of the follow up revealed that the frequency of partial and advanced IAB were 13.2%
and 7.7% respectively. Statistical analysis showed that neither P wave duration nor IAB showed
significant association with the infarct related artery lesion localization. Also, the degree of systolic
dysfunction was not associated with IAB. Only male gender and left atrial diameter had significant
positive correlation with P wave duration.
Conclusion: IAB was not rare in patients with a history of acute coronary syndrome. The infarct
related artery does not seem to have a significant correlation with interatrial conduction.
|
HedeflendirilmiĢ ilaç taĢıyıcı sistemlerin amacı, terapötik etkinliği arttırmak, etkin maddenin kontrollü
salımını sağlamayı, ilaç lokalizasyonunu iyileĢtirmeyi ve ilaç toksisitesini azaltmayı amaçlamaktadır.
Bu bakımdan, metalik nanopartiküller, çeĢitli hastalıkların tedavisinde bu amaçların yerine
getirilmesinde yeni bir boyut sunar ve bu partiküllerin sadeliği ve hazırlanma kolaylığı, bilim dünyasının
ilgisine neden olmuĢtur. Bu derlemenin amacı, metal nanopartiküllerin özelliklerini, sınıflandırılmalarını
ve hedeflendirilmiĢ ilaç taĢımada kullanımını özetlenmesi ve metalik nanopartiküllerin ilaç taĢıyıcı
sistem olarak kullanımının literatür eĢliğinde tartıĢılmasıdır.
|
Amaç: Ani kardiyak ölüm tip 2 Diabetes Mellitus (DM) hastalarında daha sık görülmektedir. Aritmi
riskinin belirlenmesi için elektrokardiografide (EKG) repolarizasyonu gösteren QT intervali ve T
dalgasının tepesinden sonuna kadar olan süreyi tanımlayan “T wave peak to end time” (Tpe) intervali
yararlı olabilmektedir. Bu parametrelerin tip 2 DM hastalarında genel popülasyona göre değişimi fazla
çalışılmamıştır. Hastaların hipergilisemik ve normoglisemik dönemlerinde bu parametreleri içeren
karşılaştırma ise daha önce yapılmamıştır.
Çalışmanın amacı tip 2 DM hastalarında aritmik riskin göstergesi olabilecek QT ve Tpe parametrelerin
sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırılması ve hastaların hiperglisemik ve normoglisemik dönemlerinde
bu parametrelerdeki değişimin gösterilmesidir.
Gereç ve Yöntem: İnsülin infüzyonu başlanan 30 tip 2 DM hastası ile benzer yaş ve cinsiyette 30
sağlıklı birey çalışmaya alınmıştır. DM hastaların insülin infüzyonu öncesi ve sonrası EKG‟leri çekilmiş,
QT, Tpe ve kalp hızları ölçülüp kalp hızına göre düzeltilmiş QT (QTc), sırasıyla kalp hızı ve QTc ye
göre düzeltilmiş, Tpec ve TpeQTc değerleri hesaplanıp hem kendi aralarında hem de sağlıklı kontrol
grubunun ölçümleri ile karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 54,2 yıl ve %53,3‟ü kadındı. Hasta grubunda hiperglisemik ve
normoglisemik dönemde kontrol grubuna göre kalp hızı daha yüksek, Tpec ve QTc süreleri istatistiksel
olarak daha uzundu. Hiperglisemik dönem ile normoglisemik dönem kendi aralarında
karşılaştırldığında QTc, Tpe, Tpec, TpeQTc parametrelerinin hepsi hiperglisemik dönemde daha uzun
bulundu. (Sırasıyla QTc:45331‟e karşı 43433 p=0,003, Tpe:95,211,9‟a karşı 82,311,8 p<0,001,
Tpec:112,518,1‟e karşı 96,416,1 p<0,001, TpeQTc:0,2100,023‟e karşı 0,1900,02 p<0,001)
Sonuç: Tip 2 DM hastalarında QTc, Tpec parametreleri sağlıklı kişilere göre uzunken hiperglisemik
dönemde bu parametreler normoglisemik döneme göre daha da uzundur. Bu nedenle DM hastaların
aritmik riskleri hiperglisemik dönemde daha da yüksek olabilir.
|
Aim: Nasal bone anatomy is a frequent target of rhinoplasty procedures. This study aims to examine
the nasal bony anatomy of rhinoplasty-seeking patients, and compare it with the recent literature.
Materials and Methods: 138 patients seeking rhinoplasty were examined with CT scans. Nasal bone
length, width, osteotomy line bone thicknesses on three separate levels, aperture width and lengths
were measured. 87 female and 51 male patients, aged between 16 to 58 years, were included in this
study.
Results: Nasal bone lengths were measured as 2.47±0.42 cm, widths were measured as 1.06±0.19
cm on right and 1.06±0.21 cm on left, aperture widths were measured as 2.31±0.2 cm and heights as
3.16±0.43 cm, osteotomy thicknesses were measured as 1.61±0.33 mm, 1.79±0.37 mm, 2.05±0.45
mm on inferior, medial and superior parts, respectively.
Conclusion: Measurements of nasal skeletal properties showed unsimilar results with studies from
adjacent areas. Therefore, it may be wise to say that surgeons should not approach every patient as a
standard patient with similar anatomical structures.
|
Amaç: Primer miyelofibrozis (PMF), kronik miyeloproliferasyon, atipik megakaryositik hiperplazi ve
kem k l ğ f broz s le karakter ze klonal b r kök hücre hastalığıdır. Bu hastalarda günümüzde halen
göster leb lm ş tek şifa sağlayıcı tedavi seçeneği olan allojenik kök hücre nakli, ülkemiz Sağlık
Bakanlığı endikasyon listesine göre DIPPS skoru orta-2 veya yüksek riskli birincil veya ikincil
miyelofibrozisli hastalara önerilmektedir. Çalışmamızda miyelofibrozisli hastalarımızın allojenik nakil
sonrası takip verilerini paylaşmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Geriye dönük ve kesitsel bu değerlendirmeye Şişli Florence Nightingale Hastanesi
Hematopoetik Kök Hücre Nakil Merkezinde 2011-2016 yılları arasında allojenik nakil yapılan ve takipte
olan toplam dokuz miyelofibrozis tanılı olgu dahil edildi. Olguların tüm demografik özellikleri yanı sıra,
DIPPS-plus skorları, engrafman süreleri, graft versus host hastalığı (GVHH) görülme sıklıkları gibi
parametreler ve sağ kalım verileri kaydedildi.
Bulgular: Olguların ortalama yaşları 49,7 (34-63) yıl idi. Tanı ile transplant arası geçen süre ortalama
30,2 ay (1,7-65,2) idi. Tam uyumlu kardeş nakil altı olguda ve akraba dışı nakil üç olguda yapıldı. Tam
uyumlu kardeş nakilde, nötrofil engraftman süresinin akraba dışı nakile göre anlamlı kısa iken,
trombosit engraftman sürelerinin ise tam uyumlu kardeş nakilde kısa olma eğilimi ile birlikte istatistiksel
anlamlı farklılık göstermediği izlenmiştir. Toplam dokuz hastanın takibinde üç olguda (%33,4) akut, altı
olguda (%66,6) kronik GVHH geliştiği izlenmiştir. Kümülatif sağ kalım beş yıllık %70’dir.
Sonuç: Merkezimizde miyelofibrozisli olguların değerlendirmelerinde, özellikle toplam sağ kalım oranı
literatürdeki birçok seriye göre yüksek görünmektedir. Hasta sayısının az oluşu önemli bir sınırlama
olmakla birlikte hem yaş hem de verici çeşitliliği mevcuttur. Ayrıca yüksek GVHH oranlarına karşın sağ
kalımın yüksek kalmasının, hasta takibinin ve komplikasyonların iyi yönetiminin önemini vurguladığını
düşünüyoruz.
|
Amaç: Nazal kavite ve paranazal sinüslerin başlıca lezyonlarını inflamatuvar özellikteki benign
lezyonlar oluştururken, malign lezyonlar oldukça nadirdir. Bu çalışmada, literatür bilgileri eşliğinde,
nazal kavite ve paranazal sinüslerde kitle oluşturan lezyonların sıklığının ve dağılımlarının gözden
geçirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi Evliya Çelebi Eğitim Araştırma Hastanesi
Patoloji birimimizde 2013-2018 yılları arasında raporlanan 447 olguya ait, nazal kavite ve paranazal
sinüslerde görülen lezyonların histopatolojik tanıları ve yerleşimleri retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya 295’i (%65,99) erkek, 152’si (%34,01) kadın olmak üzere 447 olgu dâhil edildi
(E/K=1,94). Çalışmaya dâhil edilen olguların yaş ortalaması 43,54 olarak belirlendi. Histopatolojik
olarak, 6 (%1,35) lezyon malign, 441 (%98,65) lezyon benign olarak saptandı. Nazal polip lezyonların
büyük kısmını oluşturmaktaydı (% 82,78; 370 lezyon). Diğer benign lezyonlar: 30 (%6,72) sinonazal
papillom (24 inverted papillom, 6 ekzofitik papillom), 16 (%3,58) piyojenik granülom, 11 (%2,46)
mukosel, 3 (%0,68) fibrom, 2 (%0,45) nazoalveolar kist, 1 (%0,22) dev epidermoid kist, 1 (%0,22)
glomanjioperisitom, 1 (%0,22) hemanjioendotelyoma, 1 (%0,22) anjioleiomyom, 1 (%0,22) respiratuvar
epitelyal adenomatoid hamartom, 1 (%0,22) osteom, 1 (%0,22) fibröz displazi, 1 (%0,22) fibroepitelyal
polip ve 1 (%0,22) hiperkeratotik aktinik keratoz olarak belirlendi. Malign lezyonlar ise 3 (%0,68)
malign melanom, 2 (%0,45) skuamöz hücreli karsinom ve 1 (%0,22) adenoid kistik karsinom olarak
saptandı.
Sonuç: Sinonazal bölge lezyonları histopatojik inceleme ile benign ve malign olarak ayırt
edilebilmektedir. Bu bölgedeki lezyonlar çoğunlukla benign nitelikte olup, lezyonların büyük kısmını
nazal polipler oluşturmaktadır. Sinonazal bölgedeki maligniteler ise agresif tümörler olup, nadir olarak
görülmektedir.
|
A 65-year-old female patient presented with complaints of abdominal pain, nausea, vomiting,
constipation, and inability to perform defecation. The patient complained of abdominal pain and
constipation for several days, and these symptoms were exacerbated, nausea and vomiting were
added to these complaints on the day of admission. Physical examination revealed that abdominal
guarding and tenderness, mainly located in the epigastric region. The patient had a history of previous
total knee replacement surgery and ischemic stroke but had no history of trauma or abdominal
surgery.
|
Amaç: Sepsiste meydana gelen inflamatuar yanıt, prognoz göstergesi olabilen biyobelirteçlerin
salınımına neden olmaktadır. Çalışmamızda yoğun bakım kliniğinde 30 gün ve daha az süre yatan
hastalarda CRP, PCT, Laktat düzeyleri ve SOFA Skoru değişimleri ile bunların prognoz tahminindeki
yerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Yoğun Bakım Kliniğinde yatarak tedavi
gören 485 hasta randomize olarak çalışmaya dahil edildi ve dosya bilgileri retrospektif olarak incelendi.
Hastaların yaş, cinsiyet, yoğun bakımda yatış süreleri, yoğun bakıma yatışta ve yoğun bakımda izlendikleri
günlerdeki sepsis tanı kriterleri, serum CRP, PCT, laktat düzeyleri, SOFA ve APACHE II skorları kaydedildi.
Hastaların yoğun bakımda yattıkları tüm günler için sepsis tanıları (sepsisin olmadığı dönem / sepsis / ağır
sepsis / septik şok) 2001 konsensus ve 2008 Surviving Sepsis Campaign rehberine göre kondu.
Bulgular: Ortalama yaş 51,1 ± 20,6, ortalama APACHE II skoru ise 23,2 ± 8,9 olarak belirlendi.
Hastaların 35’i yoğun bakımdan taburcu (%7,21), 164’ü hastane içi diğer kliniğe sevk edilirken
(%33,82) 286 hastada (%58,97) eksitus gerçekleştiği görüldü. Hastaların 178’i yoğun bakım yatış
süresince sepsis tanısı almadı. Hastaların 307’sinin ise sepsis, ağır sepsis ya da septik şok
tanılarından biri ya da fazlasını aldığı saptandı.
Sepsis, ağır sepsis ve septik şok tanısı alan hastaların ortalama CRP değerleri sırasıyla 9,33, 13,76 ve
16,77 mg/dl olarak; PCT ortalama değerleri ise 1,66, 5,23 ve 12,42 ng/ml olarak bulundu.
Hastaların 35’i yoğun bakımdan taburcu (%7,21), 164’ü diğer kliniğe sevk edilirken (%33,82), 286
hastada (%58,97) eksitus gerçekleştiği görüldü. Eksitus olan grupta son CRP değerinin ilk ölçülen
CRP değerine oranı; taburcu ve diğer kliniklere nakil olan gruba göre istatistiksel olarak yüksek
bulundu.
Sonuç: Serum CRP düzeyinin sepsisin ciddiyetine paralel olarak arttığı ve sepsiste güvenilir bir
prognostik faktör olduğu kanısına varıldı.
|
Aim: The optimal strategy of fluid administration during spinal anesthesia is still unclear. In this
double-blind randomized study, we assessed the timing of fluid administration for spinal anesthesia in
patients undergoing ureterorenoscopy.
Materials and Methods: 60 ASA I-III patients scheduled for anesthesia were randomly allocated to
receive either 500 ml crystalloid preload (30 minutes before spinal anesthesia) or 500 ml crystalloid
coload (at the start of spinal anesthesia). Ephedrine 5 mg boluses were administered when the
systolic blood pressure decreased more than 20% of the baseline value. Atropine 0.5 mg was given to
the patients whose heart rate decreased bellow 50 beats/minutes. Hemodynamic variables were
recorded during the surgery.
Results: The groups were compared in terms of demographic data and surgical time and there was
no difference between them. In Group II, only 1 patient needed ephedrine, while in Group I, no patient
was administered ephedrine. No patients in both groups needed atropine for bradycardia. There was
no difference between the groups in terms of the need for ephedrine.
Conclusion: Crystalloid preload and crystalloid coload administration do not differ in terms of the need
for vasopressor agents in patients undergoing ureterorenoscopy under spinal anesthesia.
|