Ehl-i hadîs, dînî meselelerde rivayet merkezli bir yaklaşım tarzını benimseyen kimselere verilen isimdir. İtikâdî meseleleri literal bir yaklaşımla değerlendiren Hanbelîlik, Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) öncülüğünde teşekkül etmiş sünnî/itikâdî/fıkhî mezheplerden biridir. Ehl-i hadîs'ten olan Ebû Bekir el-Hallâl, (ö. 311/923) Ahmed b. Hanbel'in bıraktığı ilmî mirası devralarak geliştirmeye muvaffak olmuş ve sonraki dönemlerde “Hanbelîliği sistemli bir mezhep hâline getiren kişi” olarak anılmıştır. Ebû Bekir el-Hallâl, mezhebin kurumsallaşması aşamasında, yetiştirdiği talebelerin yanı sıra ortaya koyduğu eserlerle, mezhebin itikâdî alt yapısının oluşmasına ciddi bir katkı sağlamış ve Hanbelî mezhebinin günümüze kadar bu şekliyle ulaşmasını temin etmiştir. Ebû Bekir el-Hallâl'ın yaşadığı hicrî III. asır, Müslümanlar arasında ihtilafların arttığı, bu bağlamda eleştiri kültürünün geliştiği ve aynı doğrultuda eserlerin yazıldığı bir zaman dilimidir. Çoğunlukla, ehl-i hadîs tarafından kaleme alınan ve sahih İslâm'ı bidʻatçilere karşı savunma gayesiyle yazılan eserler Sünne ismiyle bilinir. Bu tür eserlerde, dinin aslına dönüşün; Resûlullah'ın sünnetine sarılmakla ve bu sünneti sonraki nesillere aktaran sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn'in görüşlerine bağlılıkla mümkün olduğu vurgulanmakta, Havâric, Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye ve Şîa gibi bidʻat ehli olarak kabul edilen fırkalar sert şekilde eleştirilmektedir. Çalışmamızın temelini oluşturan Ebû Bekir el-Hallâl'ın kaleme aldığı Kitâbü's-Sünne hem Ahmed b. Hanbel'in sözlerini derlemesi açısından hem de yazıldığı asırdaki konulara ışık tutması bakımından oldukça değerlidir. Kitâbü's-Sünne'de Hâricîlik, Mürcie, Muʻtezile, Cehmiyye ve Şîa gibi fırkalar rivayet merkezli bir biçimde ele alınmış, Maʻbed el-Cühenî (ö. 83/702), Câʻd b. Dirhem (ö. 124/742), Cehm b. Safvân (ö. 128/745), Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Dırar b. Amr (ö. 200/815), Ebû Bekr Abdurrahman b. Keysan el-Esamm (ö. 200/816), Bişr el-Merîsî (ö. 218/833), Ebû Duʻâd (ö. 240/854) ve Kerâbîsî (ö. 248/862) gibi şahısların bazı konulardaki görüşlerine yer verilmiştir. Ayrıca hilâfetin Kureyşîliği, devlet başkanına itaat, sahâbe arasındaki fazilet ve hilâfet sıralaması, Cemel ve Sıffin vakaları gibi siyasî olaylardan da söz edilmiştir. Ebû Bekir el-Hallâl, bidʻat kabul ettiği mezheplerle ilgili genel bilgiler vermiş, onlarla ilişki kurulurken ne denli mesafeli olunması gerektiğini kendi mezhebinin fikrî alt yapısının gerektirdiği şekilde ortaya koymuştur. Örneğin; Hâricîlerin, Ahmed b. Hanbel ve takipçileri tarafından sevilmediklerini, Mürciî imamın arkasında namaz kılmanın caiz olmadığını, Kaderiyye'nin tekfire ne kadar lâyık olduğunu, üzerlerine kılıçla yürüme noktasında Cehmiyye'den daha şiddetli bir topluluk olmadığını, Şîa'nın Yahudilerle aynı konumda yer aldığını ifade etmiştir. Ebû Bekir el-Hallâl ayrıca yukarıda isimleri zikredilen şahısları; Kur'ân, kader, Allah'ın sıfatları gibi konular hakkındaki tavırlarından dolayı sert şekilde eleştirmiştir. Eserdeki siyasî tavır incelendiğinde Ebû Bekir el-Hallâl, halifelerin Kureyş kabilesinden olması gerektiğini ispat etmeye çalışır. Bununla birlikte devlet başkanına itaatin bütün Müslümanlar için bir zorunluluk olduğunu vurgular. Muâviye b. Ebî Süfyan'ın (ö. 60/680) faziletine ayrıca değinen Ebû Bekir el-Hallâl, Hz. Peygamber (s) ile akrabalık bağından ötürü ona karşı kötü hisler beslemenin caiz olmadığını belirtir. Hallâl, Cemel ve Sıffin savaşlarının sonuçları ile alakalı ashâbın durumunun konuşulmasının uygun olmadığını, bu kısmın yalnızca Allah'ın takdirinde olduğunu söyler. Bu çalışmada söz konusu hususlar ortaya konularak değerlendirilecektir. Bunun için Kitâbü's-Sünne ve el-Hallâl'ın hayatı hakkında kısa bir bilgi verildikten sonra Hallâl'ın, Kitâbü's-Sünne'de eleştiri yönelttiği mezhepler ve ileri gelenleri hakkındaki kanaatleri ile Hallâl'ın, sahâbe arasında cereyan eden kimi hadiselere bakışı değerlendirilecektir.
|
Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de cümlenin temel yapı taşlarından biri olan fiiller, şahıs ve zamanla birlikte iş, oluş bildiren kelimelerdir. Arapçada fiillerin fâilleri fiilin içinde müstetir olabileceği gibi fiile bitişen bir zamir de olabilir. Ya da fiilden sonra gelen zahir bir isim veya masdar-ı müevvel olarak cümlede yer alabilir. Arapça sözdiziminde önemli bir yeri olan fâillere delalet ettikleri anlam açısından bakıldığında ise bu sözcükler; büyük oranda şahıslar ya da şahıs yerine kullanılan zamirlerdir. Bazen de mana ismi, cansız varlık, bitki ve hayvan ismi ya da doğa olayları ve meteorolojik durumlar olarak karşımıza çıkar. Ancak birtakım fiiller de vardır ki fâilleri hiçbir zaman şahıs (kişi) olamaz, şahıs zamiri olarak da sadece gâib müzekker ve gâibe müennes üçüncü şahıs zamiri olan “o” kullanılır. Bu zamir de “kişi” olan şahsı ifade etmez. Çünkü bu fiillerde fâil; mana ismi, mastar-ı müevvel ya da bitki, hayvan ve cansız varlıkları tanımlayan kavramlar olur. Gerek klasik gerekse modern dilbilimcilerin eserlerine bakıldığında, fâil konusunda bu tür bir tasnife gidilmediği dikkati çekmektedir. Günümüzde ise dilbilim sahasında çalışan ‘Alâ İsmâ‘îl el-Hamzâvî bu konuda bir inceleme yapmış ve Arap dilindeki fâili şahıs olmayan fiilleri “ef’âl lâ şahsiyye” (أَفْعَالٌ لَاشَخْصِيَّةٌ) adıyla terimleştirmiştir. Bu fiillerin bazılarının fâilleri asla şahıs olamazken, bazıları da ancak mecâzî anlamda kullanıldıklarında fâilleri şahıs olabilir. Mesela “gerekmek” (اِنْبَغَى - يَنْبَغِي) ve ( وَجَبَ - يَجِبُ), “uygun olmak” (جَدُرَ - يَجْدُرُ), “mümkün olmak” (أَمْكَنَ - يُمْكِنُ), “meydana gelmek” (حَدَثَ – يَحْدُثُ), “ortaya çıkmak” (اِتَّضَحَ – يَتَّضِحُ), “kolay olmak” (سَهُلَ – يَسْهُلُ), “zor olmak” (صَعُبَ – يَصْعُبُ), “içermek, kapsamak” (شَمِلَ – يَشْمَلُ), “geniş olmak” (وَسُعَ - يَوْسُعُ), “vakti gelmek” (حَانَ – يَحِينُ), “tamam olmak” (تَمَّ – يَتِمُّ), “imkânsız olmak” (اِسْتَحَالَ – يَسْتَحِيلُ), “yok olmak” (اِضْمَحَلَّ – يَضْمَحِلُّ) ve “boşa gitmek” (حَبِطَ – يَحْبَطُ) gibi ya da güneşin doğmasını (شَرَقَ – يَشْرُقُ), batmasını (غَرَبَ - يَغْرُبُ), gecenin kararmasını (غَسَقَ - يَغْسِقُ), güneşin ve ayın tutulmasını (كَسَفَ – يَكْسِفُ), (خَسَفَ – يَخْسِفُ), rüzgârın şiddetli esmesini (عَصَفَ - يَعْصِفُ) veya “havlamak” (نَبَح - يَنْبَحُ), “miyavlamak” (مَاءَ – يَـمُوءُ) gibi hayvanlara özgü sesleri ifade etmede kullanılan fiillerin fâilleri şahıs olamaz. Bu yüzden bu tür fiiller, gâib ve gâibe zamiri olan (هُوَ) ve (هي) dışındaki zamirlere göre çekimlenemezler. Ayrıca medih ifade eden (حَبَّذَا) ve zem için kullanılan (لَا حَبَّذَا) gibi fiillerin fâilleri de hiçbir zaman şahıs olamaz. Çünkü bu fiiller (حَبَّ) mazi fiiliyle (ذَا) ism-i işaretinden oluşur. Fâilleri de daima kendisine bitişik haldeki (ذَا) ism-i işaretidir. Bunların dışında sonuna (ما) kâffe birleşen (طَالَمَا - كَثُرَمَا – قَصُرَمَا – شَدَّمَا – قَلَّمَا - عَزَّمَا) gibi fiillerin fâilleri de kişi olamaz. İşte bu makalede öncelikle fiil ve fâilden kısaca bahsedilecek; sonrasında fiiller, fâili şahıs olup olmamasına ya da hem şahıs hem mana ve varlık ismi olmasına göre kategorize edilecek, ayrıca cümle içindeki kullanım biçimleri bakımından da ele alınıp incelenecektir. Son tahlilde ise Müslümanların kutsal kitabı ve Arap filolojisinin birincil referansı olan Kur’ân-ı Kerîm’de fâili kesinlikle şahıs olmayan fiiller tek tek ele alınacak, fiillerin fâillik durumlarına ilişkin açıklamalar yapılacak, konuyu örnekleyen ayetlerden mümkün mertebe bolca aktarımlarda bulunulacaktır. Aynı şekilde Kur’ân’da fâili şahıs olmadığı halde Kur’ân metni dışındaki bazı kullanımlarda fâilinin şahıs olması muhtemel fiillere de ilgili ayetlere referansla işaret edilecek ve bu fiillerin fâillerinin neler olduğu izah edilmeye çalışılacaktır.
|
Osmanlı medreselerinde okunan önemli eserlerden birisi Ferrâ’ el-Begavî’nin (öl. 516/1122) Mesâbîhü’s-Sünne isimli hadis kitabıdır. Begavî bu eserinde güvenilir hadis kaynaklarından seçtiği rivayetleri bir araya getirmektedir. Yazıldığı günden itibaren ulemanın ilgi gösterdiği eser hakkında çok sayıda şerh kaleme alınmıştır. Osmanlı döneminde Mesâbîh hakkında şerh, haşiye ve tercüme çalışmaları bulunmaktadır. İznik’te kurulan ilk medresenin müderrislerinden Kutbüddin İznikî (öl. 821/1418) de Mesâbîh’i şerh eden âlimlerdendir. Tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf alanında eserler kaleme alan İznikî, Osmanlı Devleti’nde fetret devrinin etkilerinin devam ettiği bir dönemde önemli âlimlerin yaşadığı İznik’te hayatını sürdürmüştür. İznikî Mesâbîh’teki bütün hadisleri şerh etmek yerine hadisler arasında yer alan zahiri tearuzu gidermeye yönelik Telfîkâtü’l-Mesâbîh’i telif etmiştir. Eserin Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesindeki Fatih (no. 1125) ve Ayasofya (no. 476) yazma nüshaları günümüze ulaşmıştır. Farklı isimlerle anılan eserin müellife nispetinde şüphe bulunmamaktadır. Oğlu Kutbüddinzâde’nin bizzat babasından yaptığı nakiller bunu teyit etmektedir. Kendi dönemindeki ilim taliplerinin alet ve aklî ilimlere yönelerek tefsir ve hadisten uzaklaştıklarını belirten müellif, hadisler arasındaki tearuzu gidermeye yönelik küllî kaideler belirlemeye çalışmış ve rivayetler arasındaki zahiri tearuzu gidermeye çaba göstermiştir. Muhaddislerin hadisler arasındaki ihtilafı gidermede takip ettikleri usûlü aktaran İznikî, hadisler arasında hiçbir durumda tearuz bulunmayacağını belirtmektedir. Tearuz bulunduğu düşünülen rivayetlerin farklı durum veya ortamda söylendiğini, zahir veya mecaza hamledilmesine dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan müellif eser boyunca rivayetleri cem‘ etmeye yönelik bir çaba göstermektedir. Tercih yönteminde de rivayetlerden birisini diğerine tercih etmek yerine manalarından birisine hamledilen rivayetin diğeri ile arasındaki tearuzu gidererek aslında yine cem‘ yöntemini kullanmaktadır. Telfîkât’ta Mesâbîh’in bütün bölüm-bâb ve rivayetleri bulunmamaktadır. İznikî, sadece ihtilafa konu olan rivayetleri ele almaktadır. Bu yönüyle Mesâbîh’in tam bir şerhi olmayan Telfîkât’ta, ele alınan rivayetler hakkında geniş değerlendirmeler bulunmaktadır. Müellif bu değerlendirmelerinde temel Mesâbîh şerhlerinden yararlanmakta, hadislerin manalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Ancak hadisin söylenme sebebi, râvi ve isnad tenkidi, hadisin tahrici, nüsha ve rivayet farklılıkları, garip lafızların açıklanması gibi rivâyetü’l-hadîs bilgileri nadir yer almaktadır. Bunun yerine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) muradını ortaya koymaya yönelik dirâyetü’l-hadîs türünden sayılabilecek bilgiler öne çıkmaktadır. Bunun için dil ve mantık ilminden sıklıkla yararlanan müellif, kelâmî ve tasavvufî yaklaşıma ağırlık vermektedir. Hanefî mezhebine mensup Mesâbîh şarihlerinden olmakla birlikte eserde fıkhî meselelere değinmemektedir. Hadisle alakalı ulemanın yaklaşımlarına yer verip itikâdî meselelerde Mâturîdî çizgideki yorumlara öne çıkaran İznikî, uygun görmediği yorumları eleştirmekten geri durmamaktadır. Tevillerin ardından uygun gördüğü yoruma işaret etmesinde ve tenkid ettiği yaklaşımlardaki asıl çabası, talebelerin zihinlerindeki karışıklığın ve kalplerindeki şüphenin izale edilmesidir. Bunun için kaideler belirleyen müellif, bu kaideler ile eserde ele alınmayan hadisler hakkındaki tearuzun da giderilebileceğini ifade etmekte ve eser boyunca bu kaidelere atıf yapmaktadır. Telfîkât merkeze aldığı Mesâbîh ile müellifin takip yöntem ve yer verdiği bilgiler sebebiyle muhtelefu’l-hadîs alanında yazılmış eserlerden ayrılmaktadır. Ancak bir eserdeki rivayetlerin tearuz yönüyle ele alındığı tek eser olarak da literatürde yer almaktadır. İznikî alet ve aklî ilimlere yönelen öğrencilere yönelik eleştirisine rağmen muhataplarının ilmî seviyesi, dönemin telif ve tedris anlayışı, Mesâbîh’in özellikleri veya sadece tearuza konu olan rivayetleri ele alması sebebiyle şerhlerde yaygın biçimde görülen bilgilere yer vermemektedir. Ancak kaynaklarının genişliği, yaptığı tenkidler ve ortaya koyduğu görüşler sebebiyle bilinçli bir tercih olarak eserinde bu yöntemi takip ettiğini söyleyebiliriz. Kuruluş devri Osmanlı müderrisi İznikî’nin eleştirileri, telif ettiği eserler, Telfîkât’ta takip ettiği yöntem ve verdiği bilgiler erken dönem Osmanlı âlim tipini yansıtması yönüyle dikkat çekmektedir.
|
Araştırmanın amacı sosyo-psikolojik yöntemlerden faydalanarak betimsel bir yaklaşım ile sufilerin ahlaki olgunluk ve huzur düzeylerini etkileyen faktörleri incelemek ve ahlaki olgunluk ile huzur arasında nasıl bir ilişki olduğunu ortaya koymaktır. Araştırmanın örneklemi 23 yaş ve üzeri Çorum, Kırıkkale, Ankara ve İstanbul illerinde yaşayan 5 yıl ve üzeri süredir tasavvufi yaşantı içerisinde olan bireylerden amaçlı ölçüt örnekleme yöntemiyle belirlenen 740 erkekten oluşmaktadır. Batı’da ve ülkemizde hayat memnuniyetlerini ifade için kullanılan psikolojik iyi oluş ve mutluluk üzerine çeşitli çalışmalar yapıldığı fakat huzur ve sufilerin yaşantısı konusunda çalışmaların sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle araştırma ülkemizde gerçekleştirilen uygulamalı çalışmalara huzur kavramı ve tasavvufi yaşantı konusunda katkı sunacaktır. Ahlaki olgunluk ve huzuru sufilerden oluşan katılımcılar üzerinde inceleyerek bu konudaki bilgi birikimine katkılar sunmak araştırmanın hedefleri arasındadır. Demografik özellikleri tespit etmek amacıyla araştırmacı tarafından hazırlanan kişisel bilgi formu ile birlikte katılımcıların ahlaki olgunlukları ile huzur düzeylerini belirlemek için Şengün ve Kaya’nın geliştirdiği “Ahlaki Olgunluk Ölçeği” ve Demirci’nin geliştirdiği “Huzur Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmada 66 maddelik Ahlaki Olgunluk Ölçeğinin “Cronbach Alfa Güvenirlik Katsayısı” .87 ve 8 maddelik Huzur Ölçeğinin “Cronbach Alfa Güvenirlik Katsayısı” da .73 olarak tespit edilmiştir. Ulaşılan veriler SPSS 25.0 istatistik programına aktarılarak analizler yapılmıştır. Araştırma sonunda katılımcıların ahlaki olgunluk seviyelerinin yüksek düzeyde olduğu bulgulanmıştır. Ayrıca, sufi grup içerisinde bulunma süreleri ve ahlaki olgunluk seviyeleri arasında anlamlı bir farklılaşma olduğu bulgulanmıştır. Bulgular, katılımcıların kendilerini grup üyesi görme düzeyi arttıkça, ahlaki olgunluk düzeylerinin de arttığına işaret etmektedir. Örneklemin tasavvuf ritüellerini düzenli olarak yapmaları ve ahlaki olgunlukları arasında anlamlı bir farklılık bulgulanmıştır. Tasavvuf ritüellerini düzenli olarak yapan grubun ahlaki olgunluk düzeyinin ritüellerini yapmayan grubun ahlaki olgunluk düzeyinden yüksek olduğu belirlenmiştir. Örneklemin ortanın üzerinde bir huzur düzeyine sahip olduğu görülmüştür. Örneklemin gruba giriş yılı ile huzur düzeyleri arasında da anlamlı ilişki bulgulanmıştır. Katılımcıların grupta bulunma süresi arttıkça, huzur düzeylerinin de arttığı tespit edilmiştir. Örneklemin tasavvufa ait ritüellerini düzenli olarak yapmaları ile huzur düzeyleri arasında ileri düzeyde bir anlamlılık olduğu görülmüştür. Tasavvufa ait ritüellerini düzenli olarak yapan grubun huzur düzeyinin ritüellerini yapmayan grubun huzur düzeyinden yüksek olduğu tespit edilmiştir. Genel ahlaki olgunluk ve genel huzur arasında orta düzey pozitif yönlü (r=,30; p=,00) bir ilişki bulgulanmıştır. Katılımcılarda ahlaki olgunluğa ilişkin düzey arttıkça katılımcıların huzur seviyesi de artmaktadır. Ayrıca, ahlaki olgunluğun huzurdaki varyansın %9’unu açıkladığı tespit edilmiştir. Bu oran, katılımcıların huzurlarının belirleyicilerinden birisinin ahlaki olgunluk özellikleri olduğunu göstermektedir. Ahlaki olgunluk huzurun anlamlı ve önemli bir yordayıcısıdır ve ahlaki olgunluğun artması huzuru etkilemektedir. Araştırmanın bulguları temel hipotez ile alt hipotezlerin istatistiksel açıdan doğrulandığını ve ahlaki olgunluğun huzurun önemli ve anlamlı bir yordayıcısı olduğunu ortaya koymuştur.
|
Batı’dan başlayıp bütün dünyayı etkileyen modernite, birçok alanda geleneksel düşünce biçimlerini sarsacak yeni epistemolojik sistemler ve paradigmalar üretti. Köklü bir geleneğe sahip olan İslam medeniyeti de diğer kadim medeniyetler gibi gerek dayatmalar gerekse doğal etkilenme yoluyla bu yenilenmiş epistemolojik sistem ve paradigmalardan üretilen düşüncelerin taarruzuna uğradı. Fakat diğer medeniyetlere nazaran genç ve dinamik bir dine sahip olmaları ve kendi hususiyetlerinin bilincinde olmaları nedeniyle Müslüman toplumlar bu taarruzun ortaya çıkardığı sarsıntıyı baskın bir şekilde yaşadı, yaşamaya da devam etmektedir. Bu kriz, Müslüman düşünürleri modernite ile gelenek arasında ortaya çıkan gergin diyalektik ilişkiyi düşünsel inşalara konu kılmaya itti. Zira ancak bu suretle Müslüman toplumlara hem modernitenin özgün ve insanlığın ortak faydasına hitap eden taraflarından yararlanabilecekleri hem de kendi kimliklerini koruyabilecekleri bir alan açılabilirdi. Nitekim son iki asır içinde İslam aleminde geleneği yorumlama ve revize etmeye yönelik yapısalcı ve tarihselci okumalar yapıldı. Bu tarz okumalar geleneği okuma yöntemi ile İslam aleminin kalkınması meselesini birbirine bağlayan çevreler nezdinde büyük rağbet gördü. Uzmanlık alanı mantık ve dil felsefesi olan, özgün düşünsel üretim hususunda geri kalmış olarak gördüğü İslam aleminin yeniden özgün ve estetik bir düşünsel sürece girmesi için geleneği yorumlama, revize etme yönteminin yenilenmesi gerektiği kanaatinde olan Faslı düşünür Taha Abdurrahman ise bu tarz okumalara karşı edimbilimsel bir okuma yapmayı teklif etti ve bu doğrultuda edimbilimsel bir metodoloji inşa etti. Bu metodolojinin özünü de mecâlü’t-tedavül şeklinde kavramlaştırdı. O, mezkur metodoloji ile kendisinden önce yapılan tarihselci ve yapısalcı okumaların geleneği ideolojik bir ayıklamaya tabi tutmalarının yanlışlığını ortaya çıkarmayı ve geleneğe yönelik bütüncül okuma yapmanın bir modelini inşa etmeyi hedefledi. Zira yapısalcı ve tarihselci okumalar spesifik bir lügâvî ve mantıki doğaya sahip metinler olarak günümüze ulaşan geleneğin bu yönünü göz ardı edip onu münhasıran tarihsel, siyasi ve iktisadi ilişkiler bağlamında okumayı seçmişti. Bundan dolayı Taha Abdurrahman’ın geleneği okumaya yönelik edimbilimsel bir metodoloji inşa etmesi esasen bu konuda yeni bir paradigma teklif etmesi anlamına gelir. Paradigmanın bu şekilde yenilenmesi hem geleneği okuma hususunda edimbilimin sağlayacağı imkanları açığa çıkartacak hem de bu hususta yeni ve farklı metodolojiler inşa etmeye yönelik ufku genişletecek bir mahiyet arzeder. Taha Abdurrahman’ın inşa ettiği edimbilimsel metodolojiyi her yönüyle ele almak bir makalenin çerçevesini aşacağı için bu çalışmada münhasıran ilgili yöntemin özünü teşkil eden mecâlü’t-tedavül kavramı üzerinde duruldu. Çünkü bu kavramı açıklığa kavuşturmak hem geleneği yorumlama meselesine dair yeni bir bakış olan edimbilimsel yöntemin anlaşılmasını kolaylaştıracak hem de son zamanlarda ülkemizde akademinin gündemine girmiş olan Taha Abdurrahman fikriyatının bir yönüne ışık tutacaktır. Çalışmada Taha Abdurrahman’ın farklı eserlerinde ilgili kavrama yönelik bilgilerin derlenip mukayese edilmesinden hareketle oluşturulmuş ve mantıksal bir örgü içinde beyan edilmiş bütüncül bir tasvir yapılmıştır. Taha Abdurrahman’ın düşüncesini oluştururken gerek doğrudan yararlanmak ve gerekse eleştirmek suretiyle olsun etkileşime girdiği bazı modern ve geleneksel kaynaklara, düşüncesine etki eden unsurları açığa çıkarmak hedefiyle işaret edilmiş ve onlardan alıntılar yapılmıştır. Bunun yanı sıra mezkur kavramın özgünlüğü, açıklığı ve kendisiyle hedeflenen gayeyi gerçekleştirme hususundaki başarısı kritik edilmiştir. Bu doğrultuda mecâlüt-tedâvül kavramının lügâvî ve ıstılâhi anlamları tahlil edilmiş, üzerine kurulu olduğu ilkeler incelenmiştir. Ayrıca yaklaşım tarzı ve isimlendirmede tercih edilen lafızlar bakımından yeni olan, bu yüzden Türkçede hazır bir karşılığı bulunmayan bu kavramın tercümesine yönelik bir tercih yapılmış ve bu tercih gerekçelendirilmiştir. Bu araştırmada mecâlüt-tedâvül kavramının mantıksal ve dilsel bakımdan sağlam bir şekilde inşa edildiği, daha önce yapılan yapısalcı ve tarihselci okumaların geleneği içinde oluştuğu zamansal ve mekânsal çerçevelerden ve gelenek yapıcılarının itikat, dil ve bilgi anlayışlarından soyutlamak suretiyle içine düştüğü hataları telafi edici nitelikte olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bununla birlikte bu kavramın günümüzde özgün bir fikrî ve felsefi inşa yapmak için geleneğin model teşkil etme yönlerini açığa çıkartma konusunda müphem bazı yönler barındırdığı tespit edilmiştir. Kavramın tercümesi için de “edimsel alan” şeklinde bir Türkçe karşılık önerilmiştir.
|
Bu çalışmanın amacı Ahmed Şemseddin Marmaravî’nin Câmiu’l-Esrâr adlı eserinde tevhidin özelliklerinin ve işlevlerinin ortaya konmasıdır. Yöntemi ise literatür taraması ve içerik analizidir. Yiğitbaşı, Saruhânî ve Marmaravî gibi nisbelerle anılan Ahmed Şemseddin Marmaravî, 9/15. asrın öne çıkan sûfîlerinden olup İslâm dünyasının en yaygın tarîkatlarından biri olan Halvetiyye’nin ana kollarından “Orta Kol” olarak da bilinen Ahmediyye kolunun kurucusudur. Kaynaklardan onun gerek yaşadığı bölge olan Manisa ve çevresinde gerek devletin başkentinde ve gerekse tasavvufî zümrelerden olan Ahîler gibi çevrelerde oldukça saygın bir konuma sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ahmed Şemseddin Marmaravî, eser telif eden sûfîlerdendir. O eserlerinin tamamını Türkçe yazmış, bu eserlerde genel olarak tasavvufî konu ve kavramlar üzerinde durmuştur. Allah’ın isimleri ve sıfatları, Allah sevgisi, insan, şeyh, derviş, seyr ü sülûk, zikir, vücûd, tenezzülât, nefs ve nefsin mertebeleri, ruh, rüyâ tabirleri, âlem-i zâhir, âlem-i bâtın, varlığın esası, itikad, irşad, tevhid, şeriat, tarîkat, hakikat, tarîkat silsilesi, ahlâk-ı hamîde ve zemîme, âdab, erkân, gibi konular onun ele aldığı başlıca konulardandır. İslâm inancının temeli olan tevhid akidesi, bu özelliğinden dolayı hem diğer İslâmî ilimlerde hem de tasavvuf ilminde üzerinde titizlikle durulan bir konudur. Tevhid, tasavvufî eğitimin esası ve nihâyeti olarak görülmesi yönüyle sûfîler tarafından müstesna bir konumda değerlendirilmiştir. İnsanın yaratılmasındaki temel gaye olarak görülen tevhide ulaşmak düşüncesinden hareketle yaratılışın gayesine uygun yaşamayı hayatlarının temel kuralı olarak gören sûfîlerin, tevhidle ilgili düşünceleri ve tevhid kavramına getirdikleri yeni izahlar oldukça önemlidir. Bu öneme binâen teşekkül dönemi sûfîlerinin tevhid kavramı üzerinde durduğu, müellif sûfîlerin de bu konuyu eserlerinde ele aldıkları görülür. Tanınmış sûfîlerden Zünnûn el-Mısrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir Şiblî, Ebü’l-Hasan Bûşencî; müellif sûfîlerden kısaca el-Lümâ’ şeklinde adlandırılabilecek eserinde Serrâc, er-Risâle’de Kuşeyrî, Keşfü’l-mahcûb’da Hucvirî tevhid kavramı üzerinde duran sûfîlerden sadece birkaçıdır. Tarîkatlar dönemi sûfîlerinden Ahmed Şemseddin Marmaravî, tevhid kavramı üzerinde duran sûfîlerden biridir. O, tevhid konusuyla ilgili sınırlı izahat yaptığı Keşfü’l-esrâr ile Risâle-i tevhid adında müstakil bir risâle yazmanın yanında, bu çalışmanın konusu olan Câmiu’l-esrâr adlı eserinde tevhidin işlevleri üzerinde durmuştur. Ona göre Hak kapısının ilk anahtarı olması, nefsi emmârenin kalesini yıkıp viran etmesi, ahlâk-ı zemîmeyi arıtması, seyfullah gibi cenk meydanına girmesi, derdi dermana çevirmesi gibi hususlar tevhidin işlevlerinden sadece bir kaçıdır. Marmaravî, tevhid faslında, esasında diğer eserlerinde de zaman zaman temas ettiği tevhid düşüncesini bütüncül ve sembolik bir dille ortaya koymuştur. Bunu yaparken manzum olarak ele aldığı eserin genelinde olduğu gibi ilgili bölümde de şiirsel bir anlatım yolunu tercih etmiştir. Onun bu tercihi anlatımı akıcı hale getirdiği gibi meselenin anlaşılmasını da kolaylaştırmıştır. İslâm inancının temel akîdelerinin başında gelen, tasavvufî düşünce ve eğitimin temelini oluşturan ve hem anlatılması hem de anlaşılması zor gibi görünen tevhidi çeşitli soyut kavram ve somut nesnelere benzeterek açıklamıştır. Bu bağlamda Marmaravî tevhidi ilk söz, ilk anahtar, kapı, sağlam taş, sağlam kale, sâhipkıran, öncü birlik, Allah’ın kılıcı gibi somut cisimlere benzetir. Bunların yanında o, tevhidin affedilme sebebi, kötü düşünceleri iyiliğe tebdil edici; kötü ahlakı güzel ahlaka çevirici, tevbe yerine geçici, cansıza ebedi can katıcı, ölü kalbi diriltici, şirk hastalığını birlik devasına dönüştürücü, ahiret azabından kurtarıcı, şükür sebebi gibi soyut yönlerini ortaya koyar. Onun bu yolla, anlaşılması zor gibi görünen tevhid kavramını daha anlaşılır kılmaya çalıştığı açıktır.
|
Hz. Peygamber’in vefatından sonra dinî konuların hükümlerini belirlemede dinde ikinci kaynak olan hadis ve sünnete olan ihtiyaç yoğun bir şekilde hissedilmeye başlanmıştır. Ayrıca Hz. Ali’nin hilâfeti döneminden itibaren İslâm toplumunda meydana gelen tefrika olayları hadis uydurma hareketinin başlamasına neden olmuştur. Bu iki temel sebep güvenilir ve doğru bilgiyi/haberi elde etme yöntemlerini geliştirmeye yönelik girişimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü haberin güvenilirliği ve doğruluğu dinin düşünce, inanç ve amel yapısının sağlam temellere oturmasını sağlayan en önemli unsurdur. Bu konuda gösterilen hassasiyet, Müslümanlara münhasır bir haber teorisini ortaya çıkarmıştır. Muhaddisler hadislerin tesbît, tedvîn ve tasnîf sürecinde geliştirdikleri isnad sistemi ile bu teoriye önemli katkılar sağlamışlardır. Temel gayeleri hadislerin Hz. Peygamber’e aidiyet ve sübût durumlarını tespit etmek olan hadisçiler “hadis usûlü” ilmini inşa etmişler ve hadisleri Hz. Peygamber’e nispetinin kesinliğinin ölçüsü olarak sahih, hasen, zayıf ve alt bölümlerine ayırmışlardır. Fıkıhçılar ve kelâmcılar ise hadisçilerin bu taksimini kabul etmekle beraber amaçları gereği farklı bir yaklaşım sergilemişler ve haberlerin hüccet ve bilgi değerlerini esas alarak mütevâtir ve âhâd ayrımına gitmişlerdir. Çünkü onlar açısından haber, amel ve itikatta hüccet olarak kullanılabilir özelliklere sahipse bir değer ifade etmektedir. Muhaddisler, mütevâtir ve âhâd ayrımını amaçlarına uygun olmadığı gerekçesi ile hadis ilminin konuları arasında mütalaa etmemişlerdir. Fakat beşinci asır hadisçilerinden Hatîb el-Bağdâdî ile başlamak üzere mütevâtir ve âhâd ayrımını benimseyenler de vardır. Hadis rivayetlerinin büyük çoğunluğunu teşkil eden âhâd haberler, dinî ilimlerin amaç ve yöntem farklılıkları nedeniyle gerek tanımı ve bilgi değerleri gerekse bunlara bağlı olarak hüccet olmaları konusunda en fazla görüş farklılığı belirtilen haber çeşidi olmuştur. Tespitlerimize göre âhâd haberin “bir ve birden çok” şeklinde sınırlandırılmadan ifade edilen râvi sayısı ile mütevâtir haber için verilen asgari beş sayısının kesişmesi farklı görüşlerin ortaya çıkmasının nedenlerindendir. Diğer bir neden ise âhâd haberin “mütevâtir şartlarını taşımayan haber” şeklinde mütevâtire bağlı olan ve kendi öz niteliklerini yeterli şekilde yansıtmayan epistemolojik tanımıdır. Bu durum başta âhâd haber olmak üzere diğer haber çeşitlerinin tanımlarında ve hüccet değerleri hakkında önemli ölçüde nisbîlik konusunu gündeme getirmiştir. Bundan dolayı konumuz “âhâd haberin hüccet değeri” olmakla beraber mütevâtir, meşhur ve müstefîz haberlerin âhâdla ilişkili olan özelliklerini asgarî düzeyde açıklama zarureti hâsıl olmuştur. Çünkü diğer haber çeşitleriyle mukayese etmek suretiyle âhâd haberin mahiyeti ve delil olma durumu daha iyi anlaşılacaktır. Zahirî anlayışın önde gelen ismi İbn Hazm, sahih âhâd haberin mutlak olarak ilim ifade ettiğini savunmuştur. Hadis ekolünün temsilcisi kabul edilen Ahmed b. Hanbel’in, yaygın kanaate göre, âhâd haber ilim ifade ettiği görüşünde olduğu bilinmekle beraber bazı Hanbelî usulcüler zan ifade ettiği görüşünde olduğunu savunmuşlardır. Bunların dışında kelâmcılar, fıkıhçılar ve bazı hadisçiler âhâd haberin genel olarak zan ifade ettiği konusunda hemfikirdirler. Ancak bu görüşte olanların çoğunluğunun, âhâd haberin genel olarak karîne, telakki’l-ümme bi’l-kabûl, muttefekun aleyh olması gibi kuvvetini artıran etkenlerle nazarî ilim ifade ettiğini savundukları görülmektedir. Nazarî ilim ise mütevâtir haberin ifade ettiği ilim çeşitlerinden biridir. Bu durum, haberlerin tanımları ve bilgi değerleri ile ilgili nisbîlik unsurunun ortaya çıkardığı bir özelliktir. Araştırmanın sonunda önde gelen bir grup hadisçi, fıkıhçı ve kelâmcının âhâd ve diğer haber çeşitleri hakkındaki karşılaştırmalı olarak vermeye çalıştığımız görüşleri de bu tespitleri teyit etmektedir.
|
İslam düşüncesinin önemli yazım türlerinden biri olan tabakat türünde erken tarihlerden itibaren birçok eser hazırlanmıştır. II/VIII. yüzyıldan itibaren kaleme alınan eserlerde muhaddislerin çabası dikkat çekmektedir. Mezheplerin teşekkülüyle birlikte mezhep müntesipleri tarafından da tabakat türünde eserler yazılmaya başlanmıştır. Rivayet merkezli ya da rivayet yönü ağır basan ve İslam dünyasının batısında varlığını sürdüren mezheplerin bu alanda daha aktif olduğunu söylemek gerekir. Tabakat edebiyatına katkı sağlayan mezhepler arasında Hanbelîliğin önemli bir yeri bulunmaktadır. Hanbelî tabakatı denilince hiç şüphesiz akla gelen ilk eser, İbn Ebî Yaʿlâ’nın (öl. 526/1131) Tabakâtü’l-Hanâbile’sidir. Üzerine birçok muhtasar ve zeyl çalışması yapılan bu eser, Hanbelî mezhep tabakatları arasında günümüze ulaşan ilk çalışma olması nedeniyle bu vasfı kazanmıştır. Ancak Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Harun el-Hallâl’ın (öl. 311/923) kaynaklarda ismi geçen Tabakâtü ashâbi’l-imâm Ahmed b. Hanbel isimli çalışmasının gün yüzüne çıkarılması, kayda değer bir yenilik olarak kabul edilmelidir. Hanbelî mezhebinin tarihi gelişiminde önemli bir yer tutan Hallâl’ın zikredilen çalışması, mezhep tabakatları arasında ilk eser olması yönüyle dikkat çekmektedir. Bu makalenin üzerinde yoğunlaştığı konu, Hallâl’ın Tabakât’ı ve eserin İslam düşüncesindeki yeridir. Hanbelî müellifler tarafından yazılmış tabakat eserleri arasında Hallâl’ın kitabının önemini ve dikkat çeken yönlerini ortaya koymak çalışmanın amaçları arasında yer almaktadır. Araştırmanın hedefleri gerçekleştirilirken deskriptif/betimleyici yaklaşımın esas alınacağı ifade edilmelidir. Bununla birlikte dönemin genel yapısı ve müellifin içinde bulunduğu şartlar bağlamında fikir-hadise irtibatı ve zaman-mekan ilişkisinin dikkate alındığı belirtilmelidir. Hallâl, tamamı gün yüzüne çıkarılamayan Tabakâtü ashâbi’l-imâm Ahmed b. Hanbel adlı eserinin ikinci cüzünde birçoğu III/IX. yüzyılda yaşamış kırk dokuz isim hakkında bilgi vermektedir. O, zikrettiği bu isimlerin niteliklerine dair genellikle olumlu içeriğe sahip malumata değinmektedir. Müellifin Tabakât’ında yer verdiği bilgilerden hareketle Hanbelî mezhebinin karakteristik özelliklerine ilişkin kıymetli bilgilere ulaşılmaktadır. Hanbelî müelliflerin erken dönemde sıklıkla hocaları Ahmed b. Hanbel’e sordukları soruları ve bu sorulara Ahmed b. Hanbel’in verdiği cevapları kaydettikleri Mesâil türünde eser kaleme aldığı bilinir. Hallâl’ın eseri, Hanbelî mesâil geleneğine ilişkin kaynaklarda yer almayan bilgiler ihtiva etmektedir. Aynı şekilde eserde Ahmed b. Hanbel’in hayatı ve Mihne döneminde yaşadığı zorluklara dair de malumat yer almaktadır. Hallâl’ın eserinde yer verdiği isimler hakkında Ahmed b. Hanbel’e yakınlık, uzaklık ve ondan naklettiği rivayetlere ilişkin bilgi vermesi, mezhebin ilk yüzyılına ışık tutmaktadır. Buradan yola çıkarak Ahmed b. Hanbel’in büyük talebeleri tespit edilirken, ondan az sayıda nakilde bulunan ve mezhep içerisinde önemli bir yer işgal etmeyen şahıslar da belirlenmektedir. Hallâl’ın bu çalışmasıyla bilgi edinilen en dikkat çekici konu Hanbelîlik-tasavvuf ilişkisidir. Bu konu ile ilgili yapılan çalışmalar, aralarındaki ilişki temelinde iki farklı kanaate ulaşmışken, müellifin zikredilen çalışması, bu konuya ilişkin bir ayrıma dair bazı ipuçları vermektedir. Eserde zühd ile tasavvuf arasındaki ayrıma ve buna bağlı olarak Hanbelî zühd geleneğine ilişkin kayda değer bilgiler bulunmaktadır. III/IX. yüzyılda yaşamış abdal olarak nitelendirilen bir ismin varlığı, zühd kavramının kullanılması, fakir ve sade hayata yönelik vurgunun bulunması bu konuyla ilgili olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca el-emr bi’l-maruf ve’n-nehy ani’l-münker kaidesine yönelik vurgu da bu konu özelinde değerlendirilmelidir. Ahmed b. Hanbel ve Hallâl’ın hayatı, Hanbelî mezhebinin “mütekaddimîn” ve “mukıllîn” olarak nitelendirilen isimleri, Hanbelî mesâil ve zühd geleneği Hallâl’ın eserinden hareketle bilgi sahibi olunan konuların başında gelmektedir.
|
Merhamet, insana insanlık vasfını kazandıran en temel duygulardan biridir. Bu duygunun ortaya çıkıp gelişmesi ve ilişkilerin merkezine konumlanmasında işlevsel değeriyle ön plana çıkan en önemli olgulardan biri de dindir. Nitekim dinî öğreti, insanlığın iyiliği için fıtrata en uygun yaşamın sınırlarını çizmeye ve “merhamet ahlakı”nı yüreklere yerleştirmeye çalışmakta ve müntesiplerini daha merhametli olmaları konusunda teşvik etmektedir. Bu nedenle araştırmada samimi bir dinî bağlanma içerisinde olan bireylerin hem kendilerine karşı hem de ‘öteki’lere karşı daha mı merhametli oldukları sorusunun cevabı aranacaktır. Özellikle dine içsel olarak motive olan bireylerin daha merhametli olacakları varsayımına dayanılan bu araştırmada, bireylerin hem kendilerine hem de ötekilere karşı merhamet düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Nicel bir yaklaşımla ele alınan araştırmada ilişkisel tarama yöntemine uygun olarak anket tekniği kullanılmıştır. Araştırmanın nicel verilerini elde etmek için kişisel bilgi formunun yanı sıra ‘Dinî Yönelim’, ‘Merhamet’ ve ‘Öz-Anlayış’ ölçekleri kullanılmıştır. Araştırmanın verileri, 2021 yılına ait olup, Ağustos- Aralık ayları arasında internet tabanlı anket yoluyla (Google Forms) elde edilmiştir. Araştırmada, yaş ortalaması 30 olan çalışma grubunun gönüllülük esasına uygun olarak doldurduğu 579 anket formu değerlendirilmiştir. Araştırma bulgularına göre çalışma grubunun hem dinî yönelim hem öz anlayış (=3,29) hem de merhamet (=4,08) ölçeklerinden aldıkları puan, ortanın üstünde bulgulanmıştır. Bu bulgulara göre katılımcıların dünyevi işlerinde dinin rehberliği doğrultusunda hareket ettikleri ve Allah’ın varlığını güçlü bir şekilde hissederek O’na ibadet etme noktasında hassas davrandıkları söylenebilir. Ayrıca araştırma bulgularına göre hem kendilerine hem de ötekilere karşı anlayışlı nazik ve ilgili olan katılımcılar, acı veren durumlarda dengeli bir bakış açısına sahip olup, başarısızlıkları insan olmanın doğal bir sonucu olarak değerlendirmeye meyyaldirler. Kendilerine ve ötekilere karşı yıkıcı eleştiriden uzak olma eğiliminde olan katılımcıların öz eleştiri noktasında da kontrollü oldukları söylenebilir. Yine araştırma bulgularına göre zor durumda olan insanlara karşı ilgisiz kalmak yerine yardım etme eğilimi gösteren katılımcıların, insanların sıkıntılarını gidermeye yönelik bir tutum içinde olduklarını söylemek mümkündür. Araştırmanın en önemli bulgularından biri, dinî yönelim ile öz-anlayış (r=.224) ve merhamet (r=.324) arasında yüksek olmasa da pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğunun tespit edilmiş olmasıdır (p
|
Bu araştırmanın temel amacı, çeşitli açılardan değişen ve dönüşen yaşam koşullarının, herhangi bir dini grupla bağı olan ve kendisini dindar olarak tanımlayan gençlerin aile algısında meydana getirmiş olduğu değişimi ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bundan dolayı katılımcıların dindarlıkları test edilmemiştir, sadece evlilik ve aile konusundaki fikirlerinin ortaya koyulması amaçlanmıştır. Amaç dikkate alınarak araştırmaya herhangi bir dini grupta yetişen veya ilişkisi olan (veya dini grupla bağlantısı olan) ve dindar bir kimliğinin olduğunu kabul eden katılımcılar dâhil edilmiştir. Bu bağlamda dindarlıkları göz önünde bulundurularak nasıl bir evlilik ve eş istedikleri, nasıl bir aile kurmak istedikleri saptanmaya çalışılmış ve elde edilen sonuçlar, İslam dininin bazı kabulleri dikkate alınarak sosyolojik olarak çeşitli açılardan tartışılmıştır. Araştırmanın örneklemini Afyonkarahisar İli’nde herhangi bir dini grupla irtibatı olan ve kendisini dindar olarak tanımlayan, 17-29 yaş aralığındaki 125 kadın, 125 erkek olmak üzere toplam 250 genç oluşturmaktadır. Araştırmacı tarafından hazırlanan anketler katılımcılara ulaştırılmış ve sonuçlar bilimsel bir şekilde analiz edilerek kullanılmıştır. Analizler sonucunda; kendisini dindar olarak tanımlayan katılımcıların büyük bir çoğunluğunun din-gelenek ve modernlik üçgeninde sıkışıp kaldığı tespit edilmiştir. Araştırmaya katılan katılımcıların büyük çoğunluğu, üniversite gençlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla gençlerin üniversitelerde katılmış oldukları her yeni ortam, onların duygu, düşünce ve davranışlarında da bir değişimi de beraberinde getirmektedir. Üniversite ortamı, gençlere daha geniş kapsamlı ve çok yönlü bir ortamda sosyalleşebilme imkânı sağlamaktadır. Her üniversite gencinin belli bir habitusu bulunmaktadır ve katıldığı her alanda sahip olduğu, sosyal, kültürel, ekonomik ve sembolik sermayesini kullanmaktadır. Fakat gençler, girdikleri alanın (oyunun) kurallarına göre sahip olduğu sermaye ile bir çatışmaya girebilmekte ve sorgulayabilmektedir. Daha da ötesi sahip olduğu sermayesinden taviz vermeyi bile göze alarak herkes gibi bir yaşam sürmeye çalışabilmektedir. Çalışmamıza katılan katılımcıların büyük bir kısmının, Janmohammed (2018) tarafından kaleme alınan “M Nesli Yeni Müslüman Gençlik” kitabında belirtilen gençlik tipi ile benzerlikleri bulunduğu söylenebilir. Kitapta belirtilen M Nesli, hem pop müzik dinleyen, hem dans eden, hem yırtık pantolon giyen, hem namaz kılıp oruç tutan bir gençliktir. Hem batı kültürünü (özellikle giyim kuşamda) hem de kendi İslami değerlerini bir arada yaşayan bir gençliktir. Yani her iki kültürden de izler taşımaktadır. Araştırmada elde edilen bulgular neticesinde araştırmaya katılan katılımcıların çoğunluğunun da M Nesli’ne doğru evrildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin, çalışmadan elde edilen veriler neticesinde katılımcıların % 6,0 oranında eş cinsel evlilikleri normal karşıladıkları tespit edilmiştir. Elde edilen en çarpıcı sonuç ise “eşcinsel evlilikler hakkında ne düşünüyorsunuz? şeklinde sorduğumuz soruya yönelik almış olduğumuz cevaplar olmuştur. Bu soruya kadın katılımcıların, %85,6’sı (107) “doğru bulmuyorum, % 9,6’sı (12) “saygı duyulmalı”, %4,0’ı (5) “fikrim yok”, % 0,8’i (1) “diğer” şeklinde cevaplar vermişlerdir. Erkek katılımcıların ise %92,0’ı (115) “doğru bulmuyorum”, %2,4’ü (3) “saygı duyulmalı”, %2,4’ü (3) “fikrim yok”, %3,2’si (4) “diğer” şeklinde cevaplar vermişlerdir. İslam’ın eşcinsellik meselesine bakışı tartışmaya mahal bırakmayacak biçimde olumsuzdur. Ancak kendisini dindar olarak tanımlayan gençlerin % 6’sının eşcinsel evliliğe saygı duyması, üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmadaki amaç, M Nesli’ni veya görüşülen kesimin eleştirilmesinden ziyade ortada olan bir değişimi ve neticesinde oluşan karma ve yeni kimlik tiplerinin olduğunu ortaya koymak olmuştur. Başka bir ifadeyle olgunun, durum tespitinin yapılması amaçlanmıştır. Araştırmadan genel olarak elde edilen veriler, aile kurumunun önemini koruduğunu göstermektedir. Araştırmadan elde edilen sonuçlar, aile hayatı kurma isteğinin ve ebeveyn olma heyecanının tam anlamıyla yitirilmediğini göstermektedir. Evliliğe uzak duran katılımcıların %48,0’ı çalışmadığını, %38,0’ı ise çoğunlukla öğrenci olduklarını ve bu tür nedenlerden dolayı evlenmeye ve aile kurmaya sıcak bakmadıklarını dile getirmektedirler. Özellikle ekonomik anlamda bir bağımsızlıkları olmadığı için evliliğe uzak duran gençlerin bu ve buna benzer sorunları çözüldüğünde fikirlerinin değişebileceğini söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra aile kurumuna yönelik algı ve önemin önemli bir dönüşüm içerisinde olduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
|