Bu makale, Prusyalı bir general ve düşünür olan Carl von Clausewitz’in savaş düşüncesini felsefî yönleriyle ele almayı amaçlamaktadır. Clausewitz, başarılı bir general olmasının yanı sıra, sahip olduğu savaş düşüncesiyle, politik felsefe açısından önemli bir düşünürdür. Özellikle, Clausewitz ve Hegel’in savaş düşünceleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Her iki düşünür de savaşı; devletler arasında, politik, sosyolojik ve psikolojik yönleri olan kaçınılmaz bir eylem olarak görmektedir. Clausewitz, bir asker olmasına rağmen, savaşı düşünürken yalnızca deneyimlerinden değil aynı zamanda farklı teorilerden de yararlanmaktadır. Çalışmamızın temel amacı, Clausewitz’in neden bir politik düşünür olarak kabul edilmesi gerektiğini ve Clausewitz ile diğer politik filozoflar arasındaki düşünsel benzerliklerin neler olduğunu açıklamaktır. Bu amaç doğrultusunda yaptığımız çalışmamız, Clausewitz’in önemli bir politik düşünür olarak savaşa ilişkin özgün fikirler ileri sürdüğünü göstermektedir. Aynı zamanda, bu çalışmamızdan hareketle, Clausewitz’in savaş düşüncesinin, Machiavelli ile başlayıp Hobbes ile şekillenen, sonrasında ise Rousseau ve Hegel ile hukukî dayanakları oluşturulan politik-realist düşünce hattı üzerinde değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
|
Aristoteles’in İkinci Analitikler eseri epistemoloji tarihinde önemli bir yere sahiptir. Düşünür, bu eserinde bilginin elde edilmesi ve bilginin değeri tartışmasını yürütür. Bu noktada tartışmanın bir tarafını, zorunlu ve kesin önermelerden çıkarım yoluyla mutlak bilgi üretmek meselesi oluşturur [episteme apodeiksis]. Diğer tarafta ise bahse konu bu önermelerin nasıl elde edileceği meselesi vardır. Burada çözüm olarak sunulan ise tümevarım yöntemidir [epagoge]. Tümevarım yönteminde özellikle ilk ilkelerin bilgisinin elde edilmesi, tartışmalı bir literatüre kaynaklık etmiştir. Buradaki dikkat çekici husus, kendisinden daha önce gelen başka bir önermeden çıkarılamayan başlangıç ilkeleridir. Nous ile ilişkilendirilen bu başlangıç ilkeleri üzerine felsefe tarihi içerisinde farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Bu yorumlarda temelde rasyonalizm ve empirizm olarak iki yorumun sivrildiği görünmektedir. Muhtemelen bunda nous sözcüğünün çok katmanlı anlamlılığı da etkendir. Kimi zaman sezgi, us, derin anlama gibi kavramlarla karşılanan bu sözcük, aynı zamanda zihin durumu ve zihni yetkinlik olarak da anlaşılabilmiştir. Bu makale, sözü edilen yorumlar ışığında ona sezgisel kavrayış karşılığı önererek yeni bir yorum getirmeyi hedeflemektedir.
|
Jacques Derrida Hz. İbrahim kıssasıyla, özellikle de Kierkegaard bağlamında yakından ilgilenmiştir. Bu bağlam, kıssanın Eski Ahit’deki versiyonunu baz almaktadır. Kıssada gerçekleşen hadise Derrida için din, kurban, etik, sorumluluk gibi önemli kavramlar çerçevesinde yapılabilecek bir tartışmayı mümkün kılar. Derrida kıssayı, ondan hareketle yaptığı çıkarımların İslâm dini için de geçerli olabileceğini düşünerek okur. Fakat bunu yaparken, Kuran’daki açık ve Derrida’nın çıkarımları açısından önemli değişikliklere yol açacak farkları gözetmeden yapar. Üstelik Derrida’nın kıssanın Kuran’da da tekrarlandığını bildiği, bizzat kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Derrida hem farkları gözetmez fakat hem de yaptığı çıkarımları sanki bu farklar söz konusu değilmiş gibi geneller. Bu kayıtsızlık Derrida düşüncesinin genel yapısı açısından bir çelişkiye yol açacaktır. Böylelikle Derrida, sıklıkla kınadığı bir şeyi yapıyor gibi görünür: Ötekinin farklarını görmezden gelerek, onu aynıyla kaynaştırır. Bu makalenin konusu, kıssanın Kuran’daki farklardan hareketle okunduğunda ne gibi değişikliklerin meydana geleceği hususu değildir. Bu makale öncelikle Derrida’nın öteki kategorisine yönelik hassasiyetlerini görünür kılmaya çalışmaktadır. Sonra da Derrida’nın okumasında farklara yönelik olarak tespit edilen kayıtsızlıktan hareketle Derridacı bir eleştiri geliştirmeye yönelmektedir. Sonuçta, fark fikrini oldukça önemseyen bir düşünür olarak Derrida’nın bu kıssaya yönelik okuması özelinde düşüncesindeki bu hassasiyetten taviz verdiği çıkarımına varmaktadır.
|
ÖZ Bergsonculuğun Türkiye’de felsefî düşünceye girişi birçok yönüyle son zamanlarda akademisyenler tarafından gittikçe daha fazla tartışılan bir konudur. Dergâh mecmuası çevresinde şekillenen Bergsonculuk, erken Cumhuriyet döneminde Türkiye’de en göze çarpan felsefî akımlardan biriydi. Büyük Savaş sonrası bunalım çağında bazı entelektüel mahfillerde Fransız pozitivizmine bir alternatif arayışı, Bergsoncu sezgiciliğe ilgiyi arttırdı. Bu makalede Bergsonculuğun Türk fikir hayatına girişinde Rıza Tevfik’in rolü üzerinde durulmaya çalışıldı. Entelektüel hayatının ilk aşamalarında pozitivist bir bakış benimseyen Rıza Tevfik, sürgün yıllarında tedrici olarak yeni felsefi akımlara temâyül etse de, onun felsefî arayışı, hayatının erken safhalarında intisâp ettiği Bektaşiliğin de etkisiyle Müslüman tasavvuf geleneğiyle uyumlu olmaya devam etmekteydi. Bu temâyülü onu modern felsefede Hıristiyan mistisizmini yücelten Bergsonculuğa götürdü. Bergsonculuğun temel soruları ve ontolojik yaklaşımı, Rıza Tevfik’in bu akıma yönelip onu Türkiye’de tanıtmasının en önemli nedenlerinden birisiydi. Bergsonculuk ile tasavvufi problemleri, Oğlan(lar) Şeyhi İbrahim Efendi’nin eserlerinde yer alan temel kavramlar üzerinden değerlendirip ele alan Rıza Tevfik, adeta iki dünya arasında zihinsel bir köprü kurmaya çalışmaktaydı. Bu çalışmanın vardığı sonuç, Rıza Tevfik’in zannedildiği gibi yalnızca okuyucusuna “ansiklopedist” bir anlayışla bilgi vermekten öte, felsefe tarihindeki temel ontolojik ve epistemolojik sorulara değindiği ve doğu ile batı felsefesini sentezleme çabasında olduğudur.
|
Tarihin savaşsız yıllarının savaşlı yıllarından ne kadar az olduğu bilinir. Bu olgunun da etkisiyle şiddet ve tarih hep neredeyse özdeş olarak görülmüştür. Bu perspektif şiddet ve tarihi bir gören geleneksel tarih anlayışına aittir. Bunun yanı sıra günümüze kadar şiddet konusunda birçok eser verilmiştir. Fakat aralarında şiddet ve tarihi ilişkilendiren kapsamlı bir esere rastlanmaz. Var olan eserler ise geleneksel tarih anlayışının perspektifinden yazılmış, şiddet ve tarihi neredeyse eşitlemiş eserlerdir. Geleneksel tarih anlayışının hegemonik karakteri farklı perspektiflerin var olma ihtimalinin bile düşünülmesine fırsat vermemiştir. Herkesin bir gözlük gibi gözüne taktığı bu anlayış zamanla göze dönüşmüştür. Bu nedenle tarih demek şiddetin tarihi demek olmuştur. Oysa bu iki kavramın kesiştiği nokta aynı zamanda siyaset, hukuk ve tarih felsefesinin kesiştiği, tek bir perspektife hapsedilmemesi gereken kritik bir noktadır. Walter Benjamin’in tarih anlayışı geleneksel tarih anlayışına bir başkaldırı niteliğindedir. Bu nedenle, farklı bir yaklaşım sunmayı amaçlayan bu çalışmada Benjamin’in Şiddetin Eleştirisi Üzerine ve Tarih Kavramı Üzerine adlı metinleri temel alınarak düşünürün şiddet sorununun çözümü olarak sunduğu, geleneksel tarih anlayışıyla taban tabana zıt, bu anlayışı ters yüz eden tarih anlayışı çözümlenmektedir. Analitik kurgu ve ters piramit teknikleri kullanılarak yapılandırılan bu çalışmada ayrıca şiddetsizliğin olanağına bir ışık tutmak umuduyla Benjamin’in şiddet sorunu kavramsallaştırması ve şiddet-tarih ilişkisi görüşü tartışılarak ortaya konulmaktadır. Bütün bu açımlama çabası sonucunda varılan sonuç; Benjamin’in şiddet sorununu başarılı bir biçimde kavramsallaştırdığı ve soruna etkili bir çözüm sunduğudur. Benjamin bu yolla aynı zamanda geleneksel tarih anlayışına alternatif, şiddet içermeyen bir tarih anlayışı yapılandırmış, tarih alanına metodoloji bakımından güçlü bir katkıda bulunmuştur.
|
İnsan, var olduğundan beri çevresinde olup biteni anlama çabasına girişmiştir. Hayatın anlamını sorgulama ise ağırlıklı olarak Felsefe bilimi ile başlamıştır. Varoluşçu Felsefe akımı ile başlayan bu sorgulama sonrasında ise varoluşçu psikolojinin ve varoluşçu psikoterapinin temel konusu olmuştur. Varoluşçu Felsefe ya da Varoluşçu Psikoloji ile doğrudan ilgili olmayan insanlar da ölümle ilişkili olarak hayatın anlamını sorgular olmuştur. Farklı dönemlerde, farklı kültürlerde ve farklı coğrafyalarda yaşamış olan insanların, birbirinden çok fazla ayırt edici özellikleri olmasına rağmen yaşamı anlama çabası, ortak özellikleri olmuştur. Hayatın anlamı konusu artan zamanlarında ne yapacağını bilemeyen, çabuk doyuma ulaşan, varoluş sıkıntıları çeken günümüz insanı için bir problem durumudur. Bu çalışmanın amacı yaşama verilen anlamlar bağlamında psikoterapi kuram ve yaklaşımlarının değerlendirilmesidir. Değerlendirme Psikanaliz, Bireysel Psikoloji, Analitik Psikoloji, Varoluşçu Psikoterapi, Logoterapi, Bilişsel Davranışçı Terapi ve Pozitif Psikoterapi kuram ve yaklaşımları kapsamındadır. Bu psikoterapi ve yaklaşımları değerlendirirken her bir kuramı oluşturan veya kurama büyük katkısı olan kişilerin görüşlerinden ağırlıklı olarak faydalanılmıştır. Kuramcıların yaşama verilen anlamlarını birer kavramla özetlemek gerekirse, Freud libidinal, Adler toplumsal, Jung ruhsal, Frankl anlama giden yolun kendisi, Yalom rastlantısal, Pozitif Psikoterapi ise bağlanma-hedef ve mutluluk olarak ifade etmişlerdir. Transaksiyonel Analiz kuramının kurucusu E. Berne özerklik, Gerçeklik Terapisinin kurucusu W. Glasser da “kalite dünyası” kavramlarıyla yaşamın anlamına yaklaşmışlardır. Bilişsel Davranışsal Terapi (BDT)’de ise yaşama verilen anlamdan ziyade parçalar halindeki davranışlara odaklanmıştır.
|
Aristoteles mantığının temelini oluşturan kıyas kuramı, onu oluşturan önermelerin (öncüller ve sonuç önermesi) koşullu (conditional) yapıda olmadığı, aksine sadece kategorik bir yapıda olduğu bir sistemi bize sunar. Aristoteles mantığı kategorik önermeler arasındaki çıkarımları inceleyen biçimsel bir hüviyete sahiptir. İlk örneklerine öğrencisi Theophrastos ve Stoa mantığında rastladığımız koşullu yapıların Aristoteles’te yer almaması, mantığın sistematik kurucusu olma unvanı düşünüldüğünde onun için bir eksiklik olarak addedilebilir. Bununla birlikte Aristoteles’in kurmuş olduğu kıyas sistemi şartlı (hypothetical) unsurlardan tamamen ayrık değildir. Özellikle saçmaya indirgeme gibi bir şartlı çıkarım biçimi Aristoteles’in de başvurduğu bir yöntemdir. Aristoteles’in bir önermenin ya da kıyasın kuruluşunda şartlı unsurları dahil etmemesinin sebeplerini aradığımız bu yazımızda öncelikli amacımız koşullu ve şartlı kavramları arasındaki ayrımı belirgin kılmaktır. Bu ayrım dikkate alınmadığında Aristoteles’in kıyas anlayışının koşullu bir yapısının olduğu yanılgısına düşüleceğini iddia ediyoruz. Akabinde Aristoteles’in kanıtlayıcı (probative) ve şartlı (hypothetical) kıyas ayrımından hareketle şartlı önermelerle kurulu kıyasların niçin Aristoteles tarafından kıyas olarak kabul edilmediğini tartışacağız.
|
Doğa yasalarının mahiyeti tartışmasının çağdaş dönemde geldiği nokta itibariyle üç farklı görüşün ortaya konulduğunu belirtebiliriz. Bunlardan ilki doğa yasalarının herhangi bir zorunluluk içermeyen, gözlemlediğimiz düzenliliklerden ibaret olduğunu savunan düzenlilik teorisidir. Düzenlilik teorisini eleştirerek; doğa yasalarında nomik zorunluluk olduğunu, doğa yasalarının düzenlilik ortaya koymasının ötesinde ontolojik bir temeli olduğunu, ancak yine de doğa yasalarının olumsal yapıda olduğunu savunan görüş ise nomik zorunluluk teorisi olarak adlandırılmaktadır. Üçüncü ve son görüş ise; doğa yasalarında gözlemlenen zorunluluğun nesnelerin istidadi özelliklerine dayandığını savunan istidadi özcülüktür. Çalışmamızda bu üç farklı doğa yasası görüşünü aktararak, argümanlarını ve tespit ettiğimiz eksikliklerini tartışacağız. Buna göre düzenlilik teorisinin rastgelelikler ile yasaları ayırmada güçlük yaşadığını, nomik zorunluluk teorisinin ise doğa yasalarındaki zorunluluğun kuruluşu ve tümel-tikel ilişkisinin mahiyetini ortaya koymada sorunlarla karşılaştığını aktaracağız. Nihayetinde istidadi özcülüğün bu görüşler içinde halen en güçlü pozisyon olduğunu, istidadi özcülüğe karşıörnekler olarak ortaya konulan minkish, finkish ve panzehir durumlarının istidatların kategorik düşünülerek yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını, bu eleştirilerin istidadi özcülüğü tasdik edip teorinin güçlendirilmesinde katkı sunduğunu belirteceğiz.
|
Avrupa’da Rönesans öncesinde bilimsel yaklaşımlar bakımından Roger Bacon ve Ockhamlı William dikkat çeken isimlerdendir. Onların deneysel bilim yolunda harcadıkları çabanın Kopernik devrimini hazırladığı düşünülmektedir. Rönesans dönemi, Francis Bacon, Kepler, Galileo ve Descartes gibi bilim adamları için de modern bilimin kapılarını aralamıştır. Batılı araştırmacılar, Ortaçağda hüküm süren Aristotelesçi otoriteye başkaldırının modernitenin temellerini hazırladığını düşünmüş ve empirist bakış açısıyla bilimsel düşüncenin başladığını kabul etmiştir. Ancak bu tür değerlendirmelerde İslâm bilim dünyasındaki çalışmaların öncü rol oynadığı genellikle göz ardı edilmektedir. Bu sebeple İslâm Dünyasında deneye ve eleştiriye dayanan bilimsel metodolojinin modern dönemden çok daha önce uygulandığı gerçeğinin çeşitli araştırmalarla ortaya koyulması gerekmektedir. Bu çalışma, modern dönemden önce İbnü’l Heysem’in (ö.1040) hakikat arayışında sistematik bir şekilde bilimsel yönteme dikkat çektiğini ve eleştiri (şükûk) geleneğinin lokomotifi olarak yeni alternatif model arayışlarını başlattığını göstermek amacıyla ele alınmıştır. Makalede İbnü’l Heysem’in bilimsel yaklaşımı gözlem, test etme, karşılaştırma, eleştirme, tümevarım, tümdengelim, öncülleri ve ilkeleri yeniden gözden geçirme, delile dayanma, sonuçları ön yargıdan uzak biçimde değerlendirme vb. metotlar çerçevesinde teorik ve pratik sonuçları bakımından tartışılmıştır. Böylece kendisinden önceki astronomi ve optik bilim adamlarından üslubu, tekniği ve metodu ile ayrışan İbnü’l Heysem’in “modern bilimsel yaklaşımın öncüsü” olarak anılmayı hak ettiği sonucuna varılmıştır.
|
Bilgi ve güç arasındaki ilişkinin insanlık tarihi boyunca farklı toplum ve dönemlerde birbirinden farklı düzey ve şekillerde var olduğu söylenebilir. Kapitalist üretim biçiminde, modern bilimin gelişimiyle birlikte bu ilişkiyi, bilim ve iktidar ilişkisi olarak ifade edebiliriz. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Sanayi Devrimi sürecinde üretimde bilimin etkinliğinin artması, bilim ve iktidar ilişkisine ivme kazandıran bir gelişme olarak görülebilir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yürütülen Manhattan Projesi, kapitalizmin emperyalist aşamasında, bu ilişkinin başka bir görünümünü örneklendirir. Bu projede üretilen atom bombaları, en az 350 bin insanın hayatına mal olmuş, çok daha fazlasını olumsuz etkilemiştir. Böylesi bir sonucun ortaya çıkmasındaki rollerinden dolayı, projede yer alan bilim insanları birçok eleştirinin odak noktasında yer almışlardır. Benzer bir şekilde Manhattan Projesi’nin yürütülmesinde ve bombaların kullanılmasındaki iradeleri sebebiyle ABD yöneticileri hakkında çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. Buna karşın, yürütülen bu tartışmalarda, bir üretim biçimi olarak iktidarın konuya ilişkin sorumluluğunun göz ardı edildiği söylenebilir. Bu makale, bilim ve iktidar ilişkisini Manhattan Projesi üzerinden tartışmayı ve kapitalist üretim biçiminin oluşturduğu iktidar yapısının, bilimi kontrolü altına alarak onu hem toplumsal niteliklerinden sıyrılmış bir metaya hem de toplumları tehdit eden bir araca nasıl dönüştürdüğünü açıklamayı hedeflemektedir.
|