Büşra AKKÖKLER KARATEKELİ
Büşra AKKÖKLER KARATEKELİ
Bu makalede estetik çıkarsızlık kavramının modern sanat felsefesindeki gelişimi incelenmektedir. Bu amaç doğrultusunda, ilk olarak, bu kavramın Kant'ta nasıl ele alındığı ve özgün anlamını kazandığı açıklanmaya çalışılacaktır. Ardından, Schopenhauer'ın estetik çıkarsızlık tartışmasına en önemli katkısı olan ve metafiziği ile birlikte ele alınacak olan beden temasına odaklanılacak ve beden ile estetik çıkarsızlık arasındaki ilişki görünür kılınmaya çalışılacaktır. Sonrasında ise, estetik çıkarsızlık kavramına dair, Nietzsche'nin düşüncesinde bu kavramın kısmi onaylanmasından, estetik deneyimde fizyolojinin vurgulanması ile bu kavramın eleştirisine doğru olan değişimi incelenecektir. Bu noktada, Schopenhauer'un estetik deneyimde bedenin rolüne dair yaptığı vurgu da göz önünde bulundurularak, estetik deneyimde bedenin işlevinin tam olarak Nietzsche'de geliştiği tartışılacaktır. Nietzsche'nin estetik çıkarsızlık hususunda değişen görüşlerini detaylandırmak için Apolloncu ve Diyonisosçu sanat dürtüleri, esrime (Rausch) ve son olarak yaşamın olumlanması ve yadsınması kavramları tartışılacaktır
|
Nagehan BOZDOĞAN LEK, Talip KABADAYI
Nagehan BOZDOĞAN LEK, Talip KABADAYI
1901 yılında doğan ve 2002 yılında hayatını kaybeden Paul Weiss Amerika'lı bir düşünürdür. The Review of Metaphysics ve Metaphysical Society of America 'nın kurucusudur. Çok değişik işlerde çalıştıktan sonra 1924 senesinde City College of New York'a kayıt olmuştur. Geceleri ücretsiz felsefe dersleri almış ve bu okulu 1927'de onur derecesiyle bitirip ardından hemen 1929 yılında doktorasını aldığı Harvard'a kayıt olmuştur. Harvard'da Étienne Gilson, William Ernest Hocking, C. I. Lewis, Ralph Barton Perry ve Alfred North Whitehead ile çalışmıştır. Weiss'a göre, "Tarih Felsefesi" bilgi ve inanç sağlama hususunda tarihten de felsefeden de daha beceriklidir, zira daha az araştırmaya rağmen salt felsefeden daha ampiriktir ve ayrıntılı ya da somut olmamasına karşın tarihe göre daha sistematiktir. Bu çalışmada ünlü düşünür Whitehead'in öğrencisi olan Paul Weiss'ın tarihe ilişkin görüşlerini okuyucuya tanıtmak amaçlanmıştır, zira Weiss tarih sözcüğünün geleneksel ikili anlamını; "olmuş bitmiş şeyler" ve "olmuş bitmiş şeylerin bilgisi" demek olan varlık alanı olarak tarih ve bilgi alanı olarak tarihi, farklı olarak yaşanmış (nesnel) tarih ve yazılmış tarih olarak adlandırmaktadır
|
Avrupa'da Rönesans ile başlayan toplumsal ve siyasal dönüşüm ile birlikte düşünsel yapı da değişmiştir. Bu dönemde pratik zeminle eş güdümlü olarak Aristoteles geleneğine bağlı olan epistemolojinin terk edilmeye başlandığı görülmektedir. Varolan pratik zemine ayak uyduramayan Aristotelesçi metafizik yaklaşım yerine, pratik yaşamı yönlendirmeye başlayan doğa bilimsel içerikle donatılmış bir epistemolojiye doğru gidilmiştir. Bu epistemolojinin en önemli özelliği ise doğru bir yöntem meydana getirerek olgusallığı anlamanın yolunu bulmaktır. Bu şekilde oluşturulan modern epistemolojide yöntem bilinci öne çıkmıştır. Francis Bacon tam da böyle bir epistemolojik yaklaşım ile varlığı yönlendirme ve ondan faydalanmanın yollarını bulmaya çalışmaktadır. Onun oluşturduğu bu epistemolojik zemin daha sonraki dönemlerde etkisini arttırarak devam ettirecektir. Bu makalede modern epistemolojinin hakikati anlama ve yönlendirmede yöntem bilincini temel refleksiyon olarak nasıl benimsediği Francis Bacon örneği üzerinden gösterilmeye çalışılmıştır
|
Bilginin kesinliğinden, nesnelliğinden ve evrenselliğinden ödün vermek istemeyen her filozof, Descartes ve Hume'un ortaya koyduğu şüpheci argümanları, bilginin olanağı için bir tehdit olarak algılamaktadır. Bir yandan Descartes'ın şüpheci argümanı tüm bilgi iddialarımıza eşlik eden hata olasılığını gündeme getirirken, diğer taraftan Hume'un argümanı, neden ve sonuç arasında var olduğu düşünülen tüm zorunluluğu, şüpheli bir olumsallığa indirger. Böylece bu iki argüman bilginin tesisi adına aşılması gereken temel engeller olarak görülür. Ancak mevcut çalışma, bu iki argümanı, aşılması gereken birer engel olarak değil, fakat bilginin şüphe ile birlikte yaşamasına olanak tanıyan birer deneme olarak göstermek ister. Dahası bize göre bu argümanlar; şüphe ile bilgi arasında var olduğu düşünülen keskin karşıtlığı ortadan kaldırır ve şüpheyi bilgiden kovmak yerine, ona hak ettiği saygıyı göstererek şüpheyi bilginin temel bir öğesi haline getirir
|
Erdem ÇİFTCİ
Erdem ÇİFTCİ
Hata ya da yanlış, çoğu zaman eğitim yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılan bir olumsuzluktur. O doğru ve anlamlı olanın zıddı, bir olmaması gereken ama yine de her nasılsa var olan olarak görülür genellikle. Doğruya ulaşma, hata ya da yanlış denilenin çözümlenerek ve bir ölçüde kabullenip, korunarak düzeltilmesi midir; yoksa üzerinde durulmadan, hızla doğrusuyla yer değiştirilip, tamamen ortadan kaldırılması mı? Bu seçeneklere karşı tavrımızın nasıl bir felsefe yaptığımızı, böylelikle de eğitime nasıl baktığımızı belirlediğini ileri süreceğiz. Yanlışı, hatayı çözümleyerek düzeltme, onarma tavrı, hatayı salt bir olumsuzluk olarak değil, doğruya giden yolda zorunlu bir aşama olarak görürken; diğer tavrın hatayı bu süreçte olmaması gereken bir zaman kaybı olarak niteleyeceğini düşünebiliriz. İlk tavır hatadan sonuna dek faydalanarak, onu verimli bir sürecin parçası haline getirme çabası içine girerken, diğeri hatayı süreci sekteye uğratan bir sorun olarak görüp onu izole etmeye çalışabilir. Deleuze, yaratıcı Spinoza okumalarında, Spinoza'daki affectio (duygulanım) ile affectus (duygu) kavramları arasında ayrımı görerek affectio'nun her deneyimin kökeninde olan bir "karışım" olduğuna dikkat çekti. Bu karışım en az ikiden meydana geliyordu. Bu basit gibi görünen gözlem bizim her zaman en az iki olduğumuz, düşünmeye asla kendimizden başlayamayacağımız, ta en baştan dışarısı ile karışık olma bakımından ben bilincimizin dışarıdan bağımsız bir süreçle ortaya çıkmadığı ve daima arkadan geldiği gibi önemli felsefi kabuller içeriyordu. Öyleyse düşünmeye çoğu zaman kendimizi içinde bulduğumuz (düşünmeye sadece kendimizden başladığımız düşüncesi gibi) bir yanlıştan, yani hatadan başlıyor ve buradan doğruya gitmeye çabalıyorduk. Biz bu kavramın hem kişisel hem de toplumsal eğitim sürecini anlama açısından önemli bir teorik çerçeve sunduğunu, anlamanın ta en baştan dışarısı ile karışık olma bakımından onun bilgisini içerdiğini, ama sadece dışarısının değil kendimizin de bilgisini içerdiğini, bu yüzden de doğru bilgiye giden sürecin bir affectio çözümlemesi olması gerektiğini; çoğu hatamızın kaçınılmaz doğasını fark etmenin eğitim sürecinin temel meselesi olduğunu, eğitimin bu bakımdan hatanın ontolojik ve epistemolojik değerine yeterince önem vermediğini düşünüyoruz
|
Sevinç TÜRKMEN AKSU
Sevinç TÜRKMEN AKSU
Felsefenin genel tanımı için "felsefe hakikat araştırmasıdır" denilebilir. Kuşkusuz birçok filozof hakikat kavramını farklı tanımlar. Ne var ki bu farklılık felsefenin bu tanımıyla çelişik değildir. Hakikate ulaşma olanağını sevgi ve arzu kavramları ile birlikte düşünen Platon ve Spinoza da felsefeyi tanımlarken temel olarak hakikat kavramına gönderme yapar. Sevgi ve arzu, iki filozofun hakikat kuramında özsel bir yere sahiptir. Dahası hakikate ulaşmanın yolu konusunda iki filozofun kimi "ifadeleri" benzerlik taşır. Ancak bu benzerliğin tamamen söylemsel mi yoksa hakikatin içeriğine dair bir benzerlik mi olduğunu anlamak için iki filozofun arzu ve sevgi kavramları ile dolaysız bir biçimde bağlantılı olan insan doğası araştırmalarına bakmak gerekecektir
|
Sezal ÇINAR ÖZKAN
Sezal ÇINAR ÖZKAN
Yapısöküme göre, anlamlar kabul edilegelenin aksine sabit ve tutarlı değil, özsel olarak kararsız ve tutarsızdır. Kant felsefesi mevcudiyet metafiziğinin bir parçası olarak apriori bilgi, koşulsuz buyruk, özgürlük vb. kavramlarıyla adalete aşkın bir konum vermiştir. Bu çalışmanın amacı Derrida'nın yapısöküm yöntemini uygulayarak Kantçı kavramlar vasıtasıyla adalete çapraz bakışla bakmayı denemektir
|
M. Ertan KARDEŞ
M. Ertan KARDEŞ
Mevcut makale Niccolò Machiavelli'de savaş ve savaş sanatı (tekhne'si) meselesini üç metninden hareketle ele alacaktır. Prens [Il Principe, 1513], Titus Livius'un İlk On Yılı Üzerine Söylevler [ Discorsi sopra la prima deca di Tito Livio, 1513-1520] ve Savaş Sanatı [Dell'arte della guerra, 1521]. Savaş, politik-olan ve devlet arasındaki bağıntı ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Bu bağıntı aynı zamanda politik düşünür olarak Machiavelli'nin, politik dönüşümler çağında politik-olanı kavramaya dair sunduğu yönelimleri de belirginleştirecektir. Savaş Machiavelli'de antagonizmanın özel bir biçimi olarak anlaşılmaktadır. Savaş, politik birlikler arası bir şiddet ilişkisi olarak belirmektedir. Bunun da anlamı herhangi bir şiddetin savaş olarak anlaşılmadığıdır. Floransalı düşünüre göre, savaş ve barış mevcut ya da yeni politik kümelenmelerin oluş ve bozuluşunun imkanıdır. Bu anlamda bir politik birlik, barışı sevmeli ve savaşmayı bilmelidir
|
Bu yazının amacı evrim teorisi bağlamında insan ahlakının kökenini, gelişimini, işlevini ve bu temelde onun meşruiyeti sorununu Darwin ve Nietzsche'nin kuramlarına ilişkin olarak ele almaktır. Çalışma bu iki yaklaşım bağlamında yapılacak karşılaştırma doğrultusunda, evrime ve ahlaka ilişkin olarak verilmiş tasarımların hangisinin gerçeğe daha uygun ve özgürlüğü sağlamada daha yetkin olduğunu teorilerin benzerlikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak sorgulamaya çalışacaktır. Sonuçta, Nietzsche'nin Darwin'den ne kadar etkilendiği gösterilecek ve ahlakın kökeni her ne kadar iki düşünür için de benzer kategoride bulunsa da, onun işlevi hakkında Nietzsche'nin Darwin ile belirli bir noktaya kadar hemfikir olmasına karşın, sonuçsal mükemmeliyetçiliği nedeniyle son tahlilde ters düştüğü gösterilecektir. Metot olarak fenomenolojik ve analitik yöntemler kullanılacaktır
|
Nietzsche felsefesinin Darwin'in fikirleriyle nasıl bir ilişki kurduğu fikri Nietzsche okuyucuları arasında büyük bir tartışma konusudur. Bir taraf Nietzsche'yi Darwinci ilan ederken başka bir taraf Nietzsche ve Darwin düşüncelerini karşıt taraflara yerleştirir. Bu makalede ise Nietzsche'nin belli ölçüde Darwin'in fikirlerine sahip çıktığı fakat felsefesinin ortaya koymaya çalıştığı anlayışın geneli itibariyle Darwinci değerlere sahip olmadığı iddia edilecektir. İnsanın diğer canlılarla olan ilişkisinin hesabını Nietzsche Darwin gibi doğalcı bir anlayışla verir. Darwin gibi insanın ortaya çıkışını hipotetik, tarihsel kestirimlere dayalı, bir bakış açısıyla sunar. Fakat, en genelde, kendini koruma dürtüsüne verdiği birincil önem, ilerlemeci anlayış gibi Darwin anlayışının merkezinde bunulan fikirlere üstinsan (Übermensch) düşüncesi, efendi ve köle kuvvetlerin ilişkisi üzerinden eleştiri getirir
|