Demokratik yaşamın vazgeçilmez öğelerinden biri olan belediyelerin idari ve
mali özerklik düzeyleri, mahalli müşterek ihtiyaçların karşılanabilmesinde belirleyici bir unsurdur. Ülkelerin idari, tarihi, toplumsal, ekonomik ve kültürel
özellikleri, belediyelerin yerel özerklikleri üzerinde ve teşkilatlandırılmasında
etkilidir. Bu çalışmanın amacı yerel özerklik bağlamında Türkiye’deki ve Kazakistan’daki belediye organlarının seçilmeleri, görevlerine son verilme usulleri,
yetkileri, görevleri, mali yapıları ve merkezle olan ilişkilerinin karşılaştırmalı
bir şekilde incelenmesidir. Yapılan incelemede, Kazakistan’da belediye başkanlarının atama ile göreve geldikleri ve hizmet sürelerinin belirsiz olduğu,
meclis üye sayısının yerleşim kademesine göre farklılaştığı ve bütçe yapma
yetkisinin sadece eyalet belediyelerine tanındığı; Türkiye’de ise belediye başkanlarının 5 yıllık bir süre için seçildiği, meclis üye sayısının belirlenmesinde
yerleşim alanındaki nüfusun etkili olduğu ve bütçe yapma yetkisinin tüm belediyelere tanındığı tespit edilmiştir. Sonuçta, Türkiye’deki belediyelerin, yerel özerklik konusunda daha ileri bir seviyede olduğu görülmüştür.
|
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan sanayileşme ve hızlı nüfus artışının
etkisiyle çevre kirliliği sorunları ile küresel ısınma, çölleşme ve biyolojik
çeşitlilik kaybı gibi ekolojik sorunlar yaşanmaya başlanmıştır. Ülkelerin doğayı
göz ardı eden kalkınma odaklı ekonomi politikalarının da etkisiyle doğal ekosistemler
giderek azalmaya ya da tahrip olmaya başlamışlardır. Binyıl Ekosistem
Değerlendirme tarafından doğanın zarar görmesine ve biyolojik çeşitlilik
kaybına habitat değişimi, iklim değişikliği, istilacı yabancı türler, aşırı kullanım
ve kirlilik gibi faktörlerin doğrudan, demografik, ekonomik, sosyo-politik, kültürel
ve dini, bilimsel ve teknolojik faktörlerin de dolaylı olarak etkili olduğu,
ancak habitat değişimlerinin en baskın faktör olduğu raporlanmıştır. Ülkemizde
de doğal alanlar çeşitli yatırım projeleri ve kentleşme baskısı altındadır.
Başta orman ekosistemleri olmak üzere çoğu ekosistem arazi kullanım değişiklikleri
ile tahrip edilmektedir. Sadece orman alanlarında ormancılık dışı faaliyetlere
verilen izin miktarı 699 bin hektara, Orman Kanunun 2B maddesi ile
orman dışına çıkarılan orman alanı miktarı 620 bin ha’a ulaşmış, yüzbinlerce
hektar sulak alan kaybedilmiştir. Sunulan bu çalışma ile ülkemizde doğanın ve
ekosistemlerin zarar görmesine neden olan habitat ve arazi kullanım değişiklikleri
değerlendirilerek, doğayı korumak için alınması gereken önlemlere değinilmiştir.
|
İklim değişikliğiyle mücadelede küresel çapta bir öncü olmayı planlayan Avrupa
Birliği (AB), 11 Aralık 2019 tarihinde Avrupa Yeşil Mutabakatını yayınlayarak
iklimin ve çevrenin korunmasını odak alan yeni bir büyüme modeline
geçmiştir. Yeşil Düzen olarak da adlandırılan bu yeni dönemde AB, 2050 yılında
Birliğin karbon salınımının sıfıra indirilmesini ve yatırım fonlarının da
desteğiyle yeni bir ekonomik kalkınma stratejisi izlemeyi hedeflemektedir.
Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında, AB’nin ulaştırma, gıda, tarım, sanayi,
altyapı başta olmak üzere bütün politikaların iklimin ve çevrenin korunması
ekseninde şekillendirilmesi gerekmektedir. AB bu hedefleri bağlayıcı hale getiren
Avrupa İklim Kanunu’nu çıkarmış ve ilgili yasal düzenlemeleri yapmak
üzere harekete geçmiştir. AB’nin yeni büyüme stratejisi, AB ile Gümrük Birliği
ortaklığı olan ve aynı zamanda AB’ye aday ülke statüsünde bulunan Türkiye’yi
de yakından etkileyecektir. Nitekim Türkiye’nin bir iklim kanunu taslağı üzerinde
çalıştığını duyurması, Paris Antlaşmasını onaylaması, Avrupa Yeşil Mutabakatı
Eylem Planı’nın hazırlanması, karbon piyasalarına ilişkin hazırlıkların
artması ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının adının Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği
Bakanlığı olarak değiştirilmesi yeni yeşil düzenin Türkiye’deki bazı
yansımaları olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, çalışmada Avrupa Yeşil Mutabakatı
ve Avrupa İklim Kanunu içerikleri ve hukuki nitelikleri açısından incelenecek
ve bu belgelerin Türk çevre hukuku ve politikalarına olan etkileri değerlendirilecektir.
|
Bu çalışma, 2000’li yıllarda kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) kamu yönetimindeki yerini konu etmektedir. KİT’in kamu yönetimi örgütlenmesinde yer
almasına rağmen, bu örgütlenmedeki eğreti duruşunun nedenleri gösterilmeye çalışılmıştır. Bu alana ilişkin pek çok çalışma bulunmakla birlikte, çalışmada bu kuruluşlar sektör odaklı değil; genel anlamıyla ele alınmış ve kamu
yönetimindeki dönüşümle birlikte örgütsel bağlamda değerlendirilmiştir. Diğer yandan ise KİT’e ilişkin çalışmaların özelleştirme çerçevesinden ilerlediği
görülmektedir. KİT, günümüz sosyo-ekonomik örgütlenmesine uygun görülmese de hala kamu yönetimi örgütlenmesinde yer alan tüzel bir kişilik olması
ve yakın dönemde KİT’e ilişkin tartışmaların sürmesi, bir kez daha bu örgütleri
gündeme getirmektedir. Çalışmanın tezi, KİT’in kamu yönetimindeki konumunun, bu alanda yaşanan dönüşümle doğrudan ilgili olması ve dönüşümün varış noktasının yönetsel merkezileşme olmasıdır. Çalışmada KİT’e ilişkin mevzuat, rapor, planlardan faydalanılmış ve özellikle yazılı basın başta olmak
üzere görüş ve demeçler dikkate alınmıştır.
|
Bu çalışmada, teknik altyapı hizmetlerinin parçacıl biçimde yürütülme politikasının
neden olduğu kentsel sorunlara ilişkin olarak, bir durum tespiti yapılmak
istenmiştir. Parçacıl iş görme yaklaşımının sebep olduğu ekonomik maliyet
ve sosyal mağduriyet konusu, özellikle toplumsal gönenç ve kentsel yaşam
kalitesi bağlamında ele alınmıştır. Kentsel teknik altyapı hizmetleri, kentsel
politikanın çalışma alanına giren önemli bir konudur. Bu hizmetler, kentsel
yaşam kalitesini iyileştirmeyi ve ortak iyiliği gerçekleştirmeyi amaçlayan hizmetlerdendir.
Tam da bundan dolayı kentsel alanda bu hizmetlerin süreklilik
içinde görülmesi zorunlu sayılmıştır. Kentte çok sayıda yönetsel birim, bu hizmetleri
vermekle yükümlü kılınmıştır. Aynı ya da benzer konularda birden
fazla birimin yetkilendirilmiş olması, görev alanı ve eşgüdüm konusunda sorunların
yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum, hizmet görme politikasının
işlevselliğini ve verimliliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu hizmetler,
kamusal fayda gereği ortak bir politika/program bağlamında ve işbirliği çerçevesinde
etkin ve verimli yürütülmesi gereken hizmetlerdendir. Ne var ki,
aynı kentsel mekâna/alana ilişkin bu tarz hizmetlerin birbirinden bağımsız politikalar/
programlar dâhilinde farklı takvimlerde görülmesi, neredeyse yerleşik
bir uygulamaya dönüşmüş durumdadır. Bu tarz iş görme yaklaşımı nedeniyle
kentin bir sokağında yürütülen teknik altyapı çalışmaları, uzun bir sürece
yayılabilmektedir. Her defasında yeniden kazılan yol ve kaldırım zemini nedeniyle
bu hizmetlerin topluma yansıyan ekonomik ve sosyal maliyeti oldukça
ağır olabilmektedir. Sonuç olarak kentsel mekânda/alanda parçacıl biçimde
yeniden hizmet üretme politikasından/yaklaşımından kaynaklanan ekonomik
maliyetin ve sosyal mağduriyetlerin bedelini ise çoğunlukla kent yerleşikleri
ödemek durumunda kalmaktadır.
|
Çevre değerlenin korunması konusundaki duyarlılığın canlılık kazandığı
1970’li yılların üzerinden yarım yüzyıl geçmiş olmasına karşın, insanlık
hala boyutları giderek büyüyen bir ekolojik bunalımla karşı karşıya bulunuyor.
Ekolojik kriz terimindeki kriz sözcüğünün Türkiye Bilimler Akademisi’nin
Sosyal Bilimler Sözlüğü’ndeki karşılığı “bunalım” olarak gösteriliyor.
Bunalım Sözlük’te şöyle tanımlanmış: “Beklenilmeyen ve önceden
sezilemeyen, ivedilikle çözümlenmesi gereken, örgütün işleyişini yetersiz
duruma getirerek var olan durumunu tehdit eden gerilim durumu”.
Bu bunalım tanımındaki “beklenilmeyen” ve “önceden sezilemeyen” sıfatları,
karşı karıya bulunduğumuz ekolojik bunalımın nitelendirilmesinde
yanlış değerlendirmelere yol açabilir. Çünkü, insanlığı ve yeryüzünü
açıkça tehdit eden ekolojik bunalım, türlü görünümleriyle, bütün uyarılara
karşın, göz göre göre ortaya çıkmış ve boyutları büyümeye devam etmiştir.
Doğal nedenlerden kaynaklanıyormuş gibi görünen çevre sorunlarından
pek çoğunun ortaya çıkmasında ve boyutlarının alabildiğine büyümesinde,
çevre hakkının öznesi olduğu kabul edilen insanların doğrudan sorumlu
olduklarını gösteren çok sayıda örnek var. Bundan 42 yıl önce, 5
Haziran 1979 Dünya Çevre Günü’nde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan
bir yazımın başlığını “Kutlamak Hakkımız mı?” olarak koyduktan
sonra, yazıyı, asıl sorumluları insanlar olan çevre yıkımının gözler önünde
bulunduğu bir ortamda, bu önemli günü kutlamaya hak sahibi olmadığımızı
savunarak bitirmiştim. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, ekolojik
bunalımın asıl nedeninin doğal nedenlerden çok, insanlarca atılan yıkıcı
adımlarda direnilmesi olduğunu açıkça görmekteyiz. Aynı yazıyı bugün
yeniden kaleme alacak olsaydım, varacağım sonuç belki de daha kötümser
olurdu.
Çünkü, başta gelişmiş ülkeler olduğu halde fosil yakıtların alabildiğine
kullanılması, sera gazı salımlarının atmosferi giderek solunamayacak
duruma getirmesi, yanlış arazi kullanımı kararları, kuraklık ve çölleşme,
ormanlık alanların hızla yok edilmesi, kentleşme, turizm ve ulaşım gibi
|
Devletlerin ekonomik büyüme, sürdürülebilir kalkınma ve kendine yetebilir
olma hedeflerini gerçekleştirebilme adına yararlanabileceği birçok araç vardır.
Bu araçlardan biri de yenilenebilir enerji üretim aracı olan Hidroelektrik
Santralleridir (HES). Her faaliyet ve yatırımda az ya da çok olduğu gibi, HES
yapım süreçlerinin de topluma ve çevreye olumsuz bir dışsallığı olacaktır. Karşılaşılan
olumsuz dışsallık sorunu faaliyetin kendisinden olabileceği gibi yaşanacak
süreçten de kaynaklanabilir. Dolayısıyla, HES projelerinin yapım süreçlerinde
karşılaşılan sorunların analizi, sürecin en az olumsuzlukla ilerlemesi
için önemlidir. Bu tespitler neticesinde hem sürecin işleyişinde hem de süreçte
kullanılan yöntemlerde sorunları önleyici düzenlemeler yapılabilir. İyi
yönetişim ilkeleri HES yapım sürecinde düzenleyici bir araç olarak yer almalıdır.
Bu sayede, devlet, özel sektör ve Halk/Sivil Toplum Kuruluşları (STK) arasındaki
sorunlar en aza indirilecektir. Çalışmada iyi yönetişim ilkelerinin uygulanmasındaki
eksikliklerin HES yapım sürecine olumsuz etkileri, nitel araştırma
teknikleri kullanılarak ortaya konmuştur. Bu doğrultuda mülakata katılan
kişilerin HES’lere karşı olma nedenlerinin, HES yapım sürecinde iyi yönetişim
ilkelerinin uygulanması konusundaki eksikliklerle olan ilişkisini değerlendirmeye
yönelik yarı yapılandırılmış açık uçlu sorular sorulmuştur. Artvin İli örnek olayından hareketle, iyi yönetişim ilkelerinin Çevresel Etki Değerlendirme
(ÇED) ve Halkın Katılımı Toplantıları (HKT) içerisindeki durumu ele alınmıştır.
Araştırmada HES’lere karşı olan kişilerin, HES’lere karşı olma sebepleriyle,
süreçte iyi yönetişim ilkelerinin uygulanması konusunda yaşanan sorunlar
arasında ilişki olduğu tespit edilmiştir.
|
Modern afet yönetimi stratejisi, afet sonrasında giderici devlet politikalarını
değil; devlet ve sivil toplumu kapsayan önleyici ve afet öncesine yönelik bütünlüklü
toplumsal ilişkileri kapsar. Çalışmada, Türkiye’nin afet stratejileri bu
yaklaşım etrafında kalkınma planları ölçeğinde incelenerek, devlete hâkim
olan afet stratejisi ve bu stratejinin modern afet yönetimi politikaları doğrultusunda
nasıl ve hangi biçimlerde dönüştüğü ortaya konulacaktır. Bu bağlamda
da afet yönetimi stratejisinin özellikle iklim krizi koşullarında bir toplumsal
ilişki olarak kavranmasının gerekliliği ve buna yönelik kamu yönetimindeki
dönüşüm incelenecektir.
|
Bürokrasi siyasal özneler arasındaki mücadelelerde yer alsa da kamu yönetimi
yazınında tarafsız bir özne olarak kavranır. Bürokrat ise bu mücadelelerde bir
toplumsal özne olarak ortaya çıkabilir. Bu bağlamda çalışma, siyasal iktidar ve
bürokrasi arasındaki çelişkinin bir örneği olarak Devlet Planlama Teşkilatı’na
(DPT) odaklanmaktadır. Çalışmanın amacı, Nicos Poulantzas’ın geliştirdiği teorik çerçeveyi de işleterek DPT’nin ve ilk planın ortaya çıkış sürecinde hem
kurumun hem de bürokratların siyasal ilişkiler içindeki yerini incelemektir. Çalışma, böylelikle, Türkiye’de bürokrasi-siyaset ilişkisini farklı bir teorik çerçeve
kullanarak ve DPT örneğine yoğunlaşarak, yazında değerlendirilmeyen Poulantzasçı çerçeveden analiz etmek arzusundadır. Çalışma kamu yönetimi literatürü ve mevzuattan başka, Türk siyasal hayatı yazınına, DPT’ye odaklanan
kimi çalışmalara ve bu çalışmalarda DPT bürokratlarıyla yapılmış olan görüşmelerin analizine dayanmakta olup, kamu yönetimini, toplumsal ve siyasal
boyutlarıyla birlikte ele alma çabasındadır.
|
Vatandaş katılımı, hem demokrasinin hem de siyaset biliminin önde gelen değerlerinden biridir. Etkisini ilk olarak siyaset biliminde hissettiren katılım tartışmaları, temsilî demokrasinin yol açtığı meşruiyet sorunlarından kaynağını
almaktadır. Çok geçmeden kamu yönetimi alanına da sirayet eden bu tartışmalardaki temel unsur, kamu politikalarına ilişkin karar alma süreçlerine vatandaşların aktif katılımıdır. Ancak 21. yüzyılın kamu yönetimi anlayışında vatandaş rolünün, bundan daha fazlası olduğu kabul edilmektedir. Bu çalışmada, vatandaşın dönüşen rolünün, katılım bağlamında ele alınması amaçlanmaktadır. Bunun için ilk olarak vatandaşlık, katılım, katılımcı demokrasi ve
katılımcı kamu yönetimi kavramlarına yer verilmekte, ardından iki temel
kamu yönetimi modelindeki (Geleneksel Kamu Yönetimi ve Yeni Kamu İşletmeciliği) vatandaş rolleri incelenmektedir. Üçüncü olarak, yeni dönemdeki
(Post – Yeni Kamu İşletmeciliği) ortak üretici vatandaş rolüne değinilmekte ve
kamu yönetiminde yaşanan dönüşüm, söz konusu üç modeldeki argümanlar
üzerinden değerlendirilmektedir. Son olarak ise birlikte üretim uygulama örnekleri ve vatandaşların bu kapsamda üstlendikleri somut roller sıralanmaktadır. Bu açıdan ortaya çıkan en belirgin sonuç, artık vatandaşlardan yalnızca
karar alma süreçlerine katılımlarının değil, aynı zamanda kamu hizmetinin
üretimi ve sunumuna da katılmalarının beklenmesidir.
|