Medeni yargıda davalı cevap dilekçesi vermek mecburiyetinde değildir. Cevap dilekçesi vermeyen davalı Hukuk Muhakeme- leri Kanunu’nun 128. maddesi uyarınca davacının iddialarını inkâr etmiş sayılmaktadır. Cevap dilekçesi vermeyen davalıya delillerini ileri sürebilmesi için mahkeme tarafından süre verilip verilemeyeceği ve böyle bir davalının ne zamana kadar delil ileri sürebileceği tartışmalıdır. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Ka- nunu’yla, delillerin ileri sürülmesi bakımından, 1086 sayılı mül- ga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’na kıyasla daha katı bir anlayış benimsenmiştir. Bu çalışmada cevap dilekçesi vermeyen davalının delil ileri sürme hakkının kapsamı hem ilk derece yar- gılaması hem de kanun yolu aşaması bakımından konuya ilişkin Yargıtay kararları ve doktrinde savunulan görüşler ışığında ele alınacaktır.
|
Şehirlerdeki nüfus artışı, şehirlerde sadece kişi yoğunluğunu artırmamıştır. Kişi yoğunluğu ile birlikte yapı yoğunluğunda da bir artış olmuştur. Ayrıca hem kişi yoğunluğundaki artış hem de yapı yoğunluğundaki artış, süregelen toplu taşımanın ve ulaşım altyapısının yetersiz hale gelmesine sebep olurken, insanlar yetersiz ulaşım alt yapısı ve imkânları karşısında özel araç kullanımına yönelmişlerdir. Özel araç sayısındaki artış ise hem trafik yoğunluğunu artırmış, hem de duran araçların park yeri sorununu ortaya çıkarmıştır. Mevzuat koyucu sorunu otoparkla ilgili kurallar koymakla çözmeye çalışmıştır. Mevzuat, otopark ihtiyacının önce yapı düzeyinde çözülmesini, sonra parsel düzeyinde çözülmesini, sonra da yerleşme düzeyinde çözülmesini öngörmüştür. Otopark sorunu yapı ve parsel düzeyinde çözülemez ise, yapı sahiplerinden otopark bedeli adı altında bir pay almak sureti ile otopark sorununun yerleşme düzeyinde çözülmesi amaçlanmıştır. Bu çalışmada, otopark bedelinin ne olduğu, bu bedelin nasıl, kimlerden, ne şekilde tahsil edileceği ve tahsil zamanaşımı konusu incelenmeye çalışılmıştır.
|
Tütün ürünleri ve alkollü içkiler sektörü Türkiye ekonomisine değişik kanallardan katkı sağlayan bir sektördür. Tütün ürünleri ve alkollü içkiler üzerinden sağlanan vergi gelirleri ise bu sektörün en temel ekonomik katkısıdır. Ülkemizde, tütün ve alkol ürünlerinde ortaya çıkan vergisiz yani kaçak kullanımın önlenmesi amacıyla bir takım tedbirler alınmıştır. Bu çerçevede tütün mamulleri ve alkollü içkiler için bandrol ve kod (biralar için) uygulaması zorunluluğu getirilmiştir. Bu zorunluluğa uyulmasını sağlamak amacıyla 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nun 13. maddesinin (5) numaralı fıkrası ihdas edilmiştir. 4760 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (5) numaralı fıkrası kapsamındaki eşyanın ele geçirilmesi durumunda özel tüketim vergisine ilişkin işlemlerin Gelir İdaresi Başkanlığı’nca tesis edileceği anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca ithalattan kaynaklanan özel tüketim vergisini tarh ve takip etme yetkisinin Gümrük İdaresi’ne ait olması nedeniyle yasa dışı yollardan ithal edilen gümrük kaçağı tütün mamulleri ve alkollü içkilere ilişkin 4760 sayılı Kanun’un 13. maddesinin 5. fıkrası uyarınca özel tüketim vergisi tarhiyatı yapmaya yetkili idarenin hangisi olduğu hususunda tereddüt oluşmuştur. Bu tereddüt, Danıştay ve idari yargı kararlarına da yansımıştır. Ayrıca ilgili Kanun maddesi, hukuki belirlilik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülerek Anayasa Mahkemesi nezdinde iptal davasına konu edilmiştir. Bu çalışmada, yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde tütün mamulleri ve alkollü içkilerin kaçak olarak yurda sokulması durumunda 4760 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (5) numaralı fıkrasında öngörülen müteselsil sorumluluk uygulaması ve müteselsil sorumluluk kapsamında özel tüketim vergisi ile ilgili işlemleri tesis edecek yetkili idare sorunu incelenmiştir.
|
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin çalışmalarını kesintiye uğratmasının anayasal iki yöntemi bulunmaktadır: ara verme ve tatil. Ara verme ve tatilin üst sınırları sırasıyla onbeş gün ve üç aydır. Buna rağmen TBMM zaman içinde bu sınırların aşılmasına neden olabilen “aç- kapa” başlığı altında toplanabilecek iki teamül daha geliştirmiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan “Covid 19 Pandemisi”, TBMM’yi çalışmalarını durdurmaya zorlamış ve TBMM bu teamüllere yeni uygulamalar eklemiştir. Ancak TBMM parlamentonun sürekliliği kuralını benimsemiştir ve sözkonusu teamüller ve uygulamalar süreklilik ilkesini zedelemektedir. Makale bu yeni uygulamaları süreklilik ve süreksizlik ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
|
2020 yılının başında COVID-19 salgını kısa sürede tüm dünyayı sardı ve milyonlarca insanın yaşamını etkiledi. Bir yandan hükümetler salgına karşı koruma önlemleri almaya çalışırken, hazırlıksızlık ve kaynakların yetersizliği nedeniyle bir çok kişi yaşamını yitirdi ya da yaşamı tehlikeye girdi. Bu makale böyle bir salgın karşısında devletlerin kendi yetki alanlarındaki herkesin sağlık hakkı ile bağlantılı olarak yaşam hakkını koruma yükümlülüğünü azaltabilip azaltamayacağı konusunu irdelemektedir. Öncelikle sağlık hakkı ve yaşam hakkı bakımından devletin pozitif yükümlülükleri ele alınacaktır. Bu çerçevede makale olağanüstü durumda devletin önlem alma yükümlülüğü ve halkın sağlık hizmetine erişim hakkını tartışmaktadır. Bu bağlamda makale devletin kıt kaynakların kullanımında tercih hakkını ve hayatından ümit kesilen hastaların durumunu da ele almaktadır. Son olarak kısıtlı grupların yani tutuklu ve hükümlülerin koşulları ve sığınmacıların hakları değerlendirilmektedir. Sonuç olarak devletin böyle bir salgın durumunda da olsa yapacağı düzenlemeler ve kaynak dağıtımında tercihleri ile ayrımsız şekilde yaşam hakkı çerçevesinde sağlık hakkını koruma altına almış olması gerektiği anlaşılmaktadır.
|
Uluslararası örgütlerden çıkma ve çıkarılma prensip olarak örgüt kurucu anlaşmalarında düzenlenen bir konudur. Uluslararası örgütün niteliği, gerçekleştirmek istediği amaçlar ve örgüt kurucu anlaşmasına taraf devletlerin iradesi bu çerçevede yapılan düzenlemede benimsenecek modele esas olmaktadır. Makalede benimsenen değişik modeller yanısıra örgüt kurucu anlaşmasında çıkma ve çıkarılma konusunda açık bir düzenlemenin bulunmaması halinde Viyana anlaşmalar hukuku sözleşmesinin konuya yaklaşımı açıklanmaktadır.
|
Kişilerin kendi aralarındaki bildirimlere, bu bildirimler Tebligat Kanunu’nun uygulama alanı kapsamındaki kurumlar aracılığıyla yapılmadıkça Tebligat Kanunu uygulanmaz. Nitekim, uygulamada tarafların aralarındaki sözleşme ilişkisi kapsamında yapılması muhtemel bildirimlerin ne şekilde yapılacağını, genellikle aynı sözleşmede yer verdikleri bir hükümle sözleşme özgürlüğü kapsamında düzenledikleri görülmektedir. Tarafların, kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemeye yönelik sözleşmelerinde yer verdikleri tebligat hükümlerinin niteliğinin ne olduğu ve ne gibi hukuki sonuçlar doğuracağı özel hukuk öğretisinde bugüne kadar kapsamlı bir şekilde ele alınmamıştır. Bu durum göz önünde bulundurularak çalışmamızda öncelikle konu hakkında genel tespitlere yer verilmekte daha sonra tarafların sözleşmede kararlaştırdıkları tebligata ilişkin hükümlerin hukuki niteliği farklı ihtimaller dikkate alınarak ortaya konulmaktadır. Yapılan değerlendirmeler kapsamında sözleşmelerde yer verilen tebligat hükümlerinin iki farklı anlama gelebileceği sonucuna ulaşılmıştır. Tarafların sözleşme hükmünde yerleşim yeri, iş merkezi yahut konut veya işyeri adresini sadece beyan etmiş olabilecekleri birinci ihtimalde, sözleşmede bu yönde açık bir hüküm bulunmasa dahi taraflara, fiilen doğru olan adrese tebligatta bulunmaları, adres değişikliği durumunda bunu karşı tarafa bildirmeleri yükümlülüğü yüklenmiştir. İkinci ihtimalde ise taraflar sözleşmede belirttikleri adreslerin tebligat adresi olduğu konusunda anlaşmış olduklarından, sözleşmenin bir hükmü olarak taraflarca değiştirilmediği müddetçe, varlığını koruyacak ve sözleşmedeki adrese bildirim yapılması, sözleşmeye uygun olacaktır.
|
Bu çalışmada, Cumhuriyet savcısının delil değerlendirme yetkisi incelenmektedir. Bu inceleme yapılırken, hakimin de delilleri değerlendirmesi, Cumhuriyet savcısının delil değerlendirmesi konusu ile ilişkili olduğu ölçüde incelenmiştir. Çalışma kapsamında, ağırlıklı olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda düzenlenmiş olan soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısının delil değerlendirmesi sonucu yapmış olduğu işlemler üzerinde durulmuş olmakla birlikte, kovuşturma aşamasında da Cumhuriyet savcısının delil değerlendirme sonucu yapmış olduğu işlem ve faaliyetler hakkında bilgi verilmiştir.
|
Bu çalışmada, Türk Ceza Kanununa hâkim olan kusur teorisinin önemli bir yansıması olarak kabul edilen haksızlık hatasına ilişkin temel hususlar ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Suçun yapısal unsurlarından bağımsız olarak bir değerlendirmeye tabi tutulan kusurluluk kapsamında ele alınan haksızlık hatası, klasik ceza hukuku doktrininin terk edildiğinin önemli bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Haksızlık hatası, bu bağlamda hem teori hem de uygulamaya yansımaları bakımından incelemeye tabi tutulmaktadır. Haksızlık hatası, Türk Ceza Kanununun 30. maddesi kapsamında hata hükümleri bağlamında düzenlenmiştir. Düzenlemeyle, işlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişinin cezalandırılamayacağı öngörülmüştür. Bu düzenleme karşısında, kanunun bağlayıcılığı başlıklı Türk Ceza Kanununun 4. maddesindeki “ceza kanunlarını bilmemenin mazeret sayılamayacağı” hükmünün bir anlamı ve esasen geçerliliği kalmamıştır. Yargıtay’ın güncel uygulamasında meselenin henüz bir vuzuha kavuşmadığı ve kararlarda halen büyük ölçüde kast teorisinin izlerinin görüldüğü tespit edilmektedir.
|
Günümüzde yatırımcı devlet uyuşmazlık çözüm sistemi bağlamında en çok tartışılan ve uygulamada sorunlara yol açan hususlardan birisi de etik meselesidir. Bazı tahkim kurumlarının usul kurallarında etiğe ilişkin birtakım düzenlemelere yer verilmişse de söz konusu düzenlemeler sorunları çözecek yeterlilikte görünmemektedir. Zira, bu düzenlemeler yatırımcı devlet uyuşmazlık çözüm sistemi bakımından yeknesak ve bağlayıcı nitelikli bir etik kurallar bütünü teşkil etmemektedir. Söz konusu eksikliğin giderilmesini teminen bazı uluslararası kuruluşlarca etik konusunda çalışmalar yürütülmektedir. Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözüm Merkezi (ICSID) ve Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Hukuku Komisyonu (UNCITRAL) Sekreteryalarının ortak çalışması neticesinde hazırlanan etik kurallar taslağı, ilgili taraflarla 1 Mayıs 2020 tarihinde paylaşılmıştır. Taslak kurallar; tarafsızlık, bağımsızlık, tahkim sürecinin adil, etkin ve medeni bir şekilde yürütülmesini sağlayacak yükümlülükler dahil olmak üzere karar verici ve karar verici adayları bakımından birtakım standart ve düzenlemeler içermektedir. Söz konusu taslak, yatırımcı devlet uyuşmazlık çözüm sistemi yönünden önemli bir eksikliği gidermenin yanı sıra diğer etik kurallardan farklı olarak bağlayıcı olması ve taslakta belirlenen yükümlülüklere aykırı hareket edilmesi halinde bir takım yaptımların uygulanabilecek olması bakımından daha net bir yaklaşım sergilemektedir.
|