Müslüman kültüründe ilahi fiillerin adalet sınırları içinde gerçekleştiği ve zulüm ile vasıflandırılmasının imkânsız olduğu hususunda genelde Müslüman bilginler, ittifak halindedir. Ancak onlar, adaletin niteliği, kapsamı ve nasıl tecelli edeceği gibi bazı konular hakkında farklı fikirlere sahiptirler. Bu fikirlerin teşekkül ve gelişiminde etkili olan tartışmalardan biri de çocukların elemi meselesidir. Zihinsel ve bedensel açıdan henüz gelişimini tamamlamadığı için çocuk, hemen her kültürde masum kabul edildiğinden yetişkinler-den farklı haklara sahiptir. Çocukluk döneminde insan, toplum içinde ve hukuk önünde yetişkinlerden farklı ilkelere göre değerlendirilir. Aynı şekilde dinî açıdan da çocuk, teklife muhatap olma bakımından sorumluluğu olmayan kesimlerden sayılır. Çocukluk döneminin bu özel konumu nedeniyle, çocukların elemi meselesinde kelamcılar arasında ahlaki bazı tartışmalar gündeme gelmiştir. Allah, masum oldukları için hukuk ve toplum vicdanında müstesna bir yere sahip olan çocukların dünyada hastalık, savaş ve şiddete maruz kalmasına nasıl müsaade ediyor? Suç işledikleri halde yetişkinlerin bağışlanmasını öneren bir inancın kaynağı olan tanrı, masum çocukların acı çekmesine hangi nedenden dolayı müdahale etmi-yor? Zihinleri meşgul eden bu tarz soruların sayısını artırmak mümkündür. Burada önemli olan bu soru-lara, vicdanları rahatlatacak bir şekilde doğru ve ikna edici cevaplar bulabilmektir. Çünkü suç-ceza ilişkisi-ne bağlı olarak yetişkinlerin maruz kaldıkları kötülüğün gerekçesi olarak öne sürülen akıl ve özgür irade, çocukların elemi meselesinde açıklayıcı bir çözüm değildir. Kelamcılar, çocukların elemi meselesinde, kötülük konusunda kullandıkları delillerden farklı olarak adalet ilkesinden daha çok hikmet kavramından hareketle konuyu ele almışlardır. Onların bu tarz bir tavır takınmalarında, değer olarak etik ilkeleri esas almalarının önemli oranda etkili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda kelâm ekollerinin çocukların elemi meselesine yaklaşımları, aynı zamanda onların ahlak anlayışlarının da bir yansımasıdır. Araştırmanın amacı, Müslüman kültür tarihinde çocukların elemi meselesinin ortaya çıkmasına neden olan dinsel ve toplumsal sebeplerin kökenlerini tespit ederek üzerinde karşılaştırmalı bir teolojik analiz yapmaktır. Araş-tırmada veri toplama yöntemi olarak tümevarım, veri işleme yöntemi olarak da karşılaştırmalı çözümleme metotları kullanılmıştır.
|
Mâtürîdîliğin önemli simalarından Ebü’l-Muîn en-Nesefî, görüşleriyle Mâtürîdîlik ekolünün sistematiğini kurmasının yanı sıra aynı zamanda genel olarak Müslüman düşüncesi üzerinde de oldukça etkili olmuş bir bilgindir. Onun özgün fikirlere sahip olduğu kelâmî görüşlerinden biri de hüsün-kubuh konusundaki düşünceleridir. Çalışmada, Nesefî’nin hüsün-kubuh (iyi-kötü) meselesi hakkındaki görüşleri, farklı değişkenler dikkate alınarak mukayeseli olarak analiz edilmiştir. Hüsün-kubuh meselesinde Nesefî’nin akıl nakil dengesini kurması ve hikmet kavramına kazandırdığı yeni anlamlar dolayısıyla bu konuda kendisine başvurulması gereken kaynaklar arasında yer edinmesine neden olmuştur. Genel olarak Nesefî, hüsün-kubuh meselesinde iyi veya kötü tüm olayların Allah’ın izni ve yaratmasıyla gerçekleştiğini savunmaktadır. Onun bu şekilde düşünmesinin temel nedeni, kendisinin ve mezhebinin önderinin yaşadığı coğrafyadaki kadim inançların etkisi olduğu görülmektedir. Nitekim Horasan bölgesinde etkin olan dini inançların düalist bir nitelikte olması ve yeni Müslüman olmuş bölge halkının bilinçaltına yer etmiş iyi ve kötü şeylerin yaratıcısının iki farklı tanrı olduğu düşüncesinin izlerinin silinmesi kolay olmamıştır. Nesefî, bir yandan iyi veya kötü tüm fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu ifade ederken; diğer yandan akla ve özgür iradeye sahip olduğu gerekçesiyle insanların kendi eylemlerden dolayı sorumlu olacaklarını iddia eder. Ona göre bu durum, tevhid, ahlak ve adalete aykırı bir durum değildir. Çünkü Allah, insan fiillerini onların istek ve arzularına göre yaratmaktadır. Nesefî’nin hüsün-kubuh hakkındaki görüşleri, güncel açıdan halen tazeliğini koruyan kötülük meselesiyle de ilgili olmasından dolayı, sağlıklı bir şekilde ortaya konulması önem arz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Kelâm, Hüsün-Kubuh, Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Akıl-Nakil, Hikmet-Adalet.
|
Müslüman kelâmının başat karakterlerinden olan İmam Mâtürîdî’nin günümüz açısıdan sürdürülebilir bir din anlayışının kurgulanmasında önemli bir kişilik olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu kabul onun Sünnî düşünceye katkılarının yanı sıra kelâmî konularda sergilediği akıl-vahiy birlikteliğinden kaynaklanmaktadır. Küreselleşen dünyamızın sorunlarına çözüm üretmede onun akıl-vahiy arasında kurduğu dengeli çözüm önerileri, Mâtürîdî’ye rağbeti artırmıştır. Her toplumda olduğu gibi Müslüman dünyasında da hakikat veya hidayetin bir süreç değil, kendilerinde tamamlanmış bir değer olarak görülmesi, büyük açmazlara neden olmaktadır. Bu açmazların giderilmesi için Müslüman hidayet anlayışının sosyal gerçekler ışığında sağlıklı bir şekilde kurgulanması gerekir. Bu bağlamda Mâtürîdî’nin konuya ilişkin özgün ve kuşatıcı yorumlarını tespit edebilmek, insanlığın ortak geleceği açısından barışcıl bir din algısının teşekkülünde yararlı olacaktır. Mâtürîdî’nin hidayet anlayışına ilişkin değerlendirmelerin merkezinde, onun yöntem ve çeşit açısından hidayet meselesine nasıl yaklaştığı durmak tadır. Çalışmada hem bu yöntem ve çeşitlerin neler olduğuna değinilmiş, hem de bunlar arasındaki karşılıklı etkileşimin nasıl sağlandığına ilişkin Mâtürîdî’nin yaklaşımları analiz edilmiştir.
|
Hanafi bookman ʿAli b. Maʿbad b. Shaddād al-Rakkī al-Misrī (d. 218/833) from Raqqa who actualized the major scientific activities in Egypt was a little-known narrator and canonist in our day. ʿAli b. Maʿbad took lessons from teachers such as al-Layth b. Saʿd (d. 175/791), Ismāīl ibn Jaʿfar (d. 180/796), Muḥammad al-Shaybānī (d. 189/805) ʿAbd Allāh ibn Wahb (d. 197/813). Moreover, he was the narrator of Imam Muḥammad’s books called al-Jāmi al-Kabīr and al-Jāmi al-Saghīr. The book called Kitāb al-tāʿat wa al-maʿsiya that is the only text equated to him is still on the loose. We aimed to analyze the hadiths that are written on a papyrus recorded as “Mich.Pap.D.953” in Cambridge University. We have concluded by this papyrus that 13 numbered papyrus that N. Abbott analyzed in his book called Studies in Arabic literary papyri II is the two parts of the same book. In this regard, we also researched whether this papyrus belongs to the book we’ve mentioned about. However, this papyrus might be a part of his other book that we do not know. Our investigation of this book as a hadith fascicle that was directly written by the author will offer an insight to the reliability of narration of hadith books. Our goal is to contribute to arguments in this aspect.
|
İnsan, biyolojik ve psikolojik yönleri olan bir varlıktır. Her kültürde insanın manevi yönüyle ilgili sözcük, kavram ve yaklaşımlar mevcuttur. Bunları genel olarak ruh kavramı etrafında toparlayabiliriz. Temel olarak ruh kavramı, diğer varlıklardan farklı olarak insanın sonlu maddî yönünden bağımsız, birtakım manevi güçleri olan ölümsüz bir tarafı olduğu düşüncesine dayanır. Bu anlayışın oluşmasında başta ölmüş insanların görülmesi olmak üzere uyurken kişinin kendini başka şekillerde görmesinin ve uyanık iken hayal gücünü kullanmasının etkili olduğu görülmektedir. İnsanlık tarihi boyunca bireyin manevî yönünü temsil eden ruh ve ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi, metafizik değerlere sahip dinî inançların şekillenmesinde etkili bir rol oynamıştır. Genel olarak Müslüman kültüründe ruh kelimesiyle karşılanan iki kavram vardır. Bunlardan ilki, ruh-beden bütünlüğünü oluşturan tamamlayıcı bir parça olarak insan ruhu iken; ikincisi, Allah-insan haberleşmesini sağlayan aracı bir unsur olarak vahiy elçisi olan melek ruhtur. Müslüman inancının aslını oluşturan Kur’an’da ve ilk dönem kelâm literatüründe ruh kavramı, ağırlıklı olarak vahyin taşıyıcısı, Ruhul-Kudus (Cebrail/Cibril) isimli melek elçiyi ifade ederken, halk arasında yaygın olarak bilinen ise insanın psikolojik yönünü ifade eden ve öldükten sonra da yeniden bedenle birleşeceği diriliş gününe kadar yaşamaya devam ettiğine inanılan ruhtur. İslâmî öğreti açısından ruh kavramıyla teorik olarak daha çok vahiy meleği kastedilmesine rağmen pratik açıdan toplum nezdinde ağırlıklı olarak insan ruhu anlaşılmaktadır. Günümüz açısından bu anlayışlardan hangisinin doğru olduğunu tartışmak yerine bunların hangi bağlamda ele alınması gerektiğini ortaya koymak daha önemlidir. Allah ve elçileri arasında gerçekleşen iletişim, doğrudan toplumu ilgilendirmeyen ve mahiyeti hakkında net bir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı bir süreç olduğundan ruhu’l-kudus anlamındaki ruh hakkında sadece Kur’an’da haber verilen bilgiler kadar yorum yapmak gerekir. Kur’an’da ise ruhu’l-kudus hakkında çok az bilgi verildiğinden bahsedilerek dikkatlerin melek elçiye değil, getirdiği mesaja çevrilmesi haber verilmektedir. Müslümanlar, güvenilir bir elçi olan ruhu’l-kudusun Allah’tan aldığı vahiyden herhangi bir şey eklemeden veya çıkarmadan olduğu şekliyle peygamberlere ulaştırdığına iman ederler. Dolayısıyla Müslümanlar açısından vahiy meleği anlamında ruh anlayışı için çok fazla tartışılacak bir şeyin olmadığı söylenebilir. Ancak insan ruhu şeklinde anlaşılan ruh kavramı hakkında aynı şeyleri söyleyebilmek için bazı hususların açıklığa kavuşturulması gerekir. İslâmî öğretide genel olarak dünya ve ahiret şeklinde iki varlık âlemi kabul edilir. Ancak geçmiş kültür ve dinlerden etkilenerek Müslüman kültüründe bu iki âlemin arasında berzah âlemi isminde, üçüncü bir varlık âleminden daha söz edilmektedir. Orada ölmüş kişilere ait ruhlar, yeniden bedenlerine iade edilecekleri ahiretteki diriliş gününe değin beklerler. Dünya hayatındaki bazı özellikleri dolayısıyla faziletli sayılan peygamber, veli, imam ve şehit gibi vefat etmiş salih kimselere ait ruhlar, berzah âlemindeki ayrıcalıkları dolayısıyla henüz ölmemiş insanlarla irtibata geçebilir, hatta fiziksel olarak dünya hayatıyla ilgili tasarruflarda bulunabilirler. Müslüman inancına göre dünya hayatında iken bireyin kişilik ve zâtını temsil eden bir unsur olarak ruh kavramanın kullanılması, teo-psikolojik bir kurgu olduğundan genel olarak herhangi bir soruna sebep olmadığı görülmektedir. Çünkü insanın biyolojik ve psikolojik yönleri olduğu zaten bilinen bir mesele olduğundan bunun dinsel açıdan farklı bir bakış açısıyla yeniden kurgulanmasında bir sakıncası olmasa gerektir. Ancak ruh kavramının ölüm sonrasında bedenden bağımsız olarak yaşamaya devam eden insanın ölümsüz manevî yönü olarak kullanılması durumunda teolojik açıdan bazı sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Bedenden bağımsız bir ölümsüz ruh anlayışı, İslâmî öğretinin genel amaçları içerisinde herhangi bir konuma karşılık gelmediği için itikat açısından gerekli olmayan bir kurgudur. Diğer bir deyişle ölüm sonrasında bedenden ayrılarak yaşamaya devam ettiğine inanılan bir ruhun varlığına inanmak, teolojik açıdan dinî teklifin ne gerekçeleri ne de amaçları arasında yer almaz. Aynı şekilde bedenden bağımsız olarak ruhların mükâfat ve azap gördüklerine inanılan berzah âlemi düşüncesi, ahiret inancıyla birlikte değerlendirildiğinde işlev ve anlamını yitirmektedir. Dolayısıyla ölmüş insanların bekletildiği ruhlar âlemini ifade eden berzah anlayışı, sağlam naklî ve aklî delilleri olan bir hakikatten daha çok zihnin süreğen zaman algısının bir yansıması olarak değerlendirilmeye daha yakın bir görüntü çizmektedir. Bu bağlamda ölümden sonra kıyamete değin insan ruhların yaşadıklarına inanılmış olsa bile hiçbir şekilde onların yaşayan insanlarla iletişim kuramayacaklarının kabul edilmesi gerekir.
|
Şerhu’l-Akâid, Kelâm ilmi için önemli bir eserdir. Eser, asırlarca medrese ders müfredatındakelâm ders kitabı olarak okutulmuştur. Bunun sebebi, kendisinden önceki kelâmîkonuları kısa ve anlaşılır bir metotla özetlemesidir. Şerhu’l-Akâid’in teolojik bir içeriğesahip olması, onun kelâmî olarak farklı açılardan değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır.Çalışmada Şerhu’l-Akâid adlı eser; metot, içerik ve literatür açısından incelenerekkelâmî değeri üzerine bazı tespitlerde bulunulmuştur. Böylece eser ve eserin Müslümandüşünce açısından ne anlam ifade ettiğine ilişkin çözümlemeci bir yargıya ulaşılmayaçalışılmıştır.Şerhu’l-Akâid, Sa’duddîn Mes’ûd b. Fahreddîn et-Teftâzânî tarafından Ömer en-Nesefî’nin kelâm metni olan Akâidu’n-Nesefî üzerine yazılmış şerhlerin en meşhurudur.Eserin bu ünü, onun kelâm alanındaki klasik eserlerden biri olmasına neden olmuştur.Şerhu’l-Akâid’in, konuları işlerken kullandığı metotta iki temel unsur bulunmaktadır.Bunlardan ilki, eserin klasik kelâm sorunlarına göre sade ve kısa bir şekilde hazırlanmışolmasıdır. İkincisi ise hem rakip mezheplerin görüşlerini mukayeseli olarak vermesihem de bu görüşlerin kısmen felsefesini yapmasıdır. Bu yönüyle Şerhu’l-Akâid’i, kelâmeseri olmasının yanı sıra bir kelâm felsefesi girişimi olarak da görmek mümkündür.Anahtar Kelimeler: Kelâm, şerh, Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Akâidu’n-Nesefî.
|
İnsan düşüncesi, varlık ve bilgi felsefesi üzerine kuruludur. Varlık, bilginin zorunlu şartı olduğundan varlığı olmayanın bilgisi de yoktur. Müslüman kelamcılar, varlığı şâhid ve gâib şeklinde ikiye ayırır. Kelâm'da şâhidin bilgisi, reel idrake dayalı insânî bilgi iken; gâibin bilgisi rasyonel idrake dayalı ilâhî bilgi olarak tanımlanır. İnsânî bilgi, fizik kurallarına bağlı olduğundan mantıken anlaşılabilirdir. Ancak bu kurallardan bağımsız olduğu düşünüldüğü için ilâhî bilgi birtakım açmazlara sahiptir. Bunlardan en önemlisi, ilâhî bilginin ezelî kabul edilmesine bağlı olarak varlıktan önceki imkân ve sınırlarıyla ilgili olandır. Bu çalışmada varlıktan önce ilâhî bilginin niteliğine ilişkin Müslüman kültüründeki temel çözümlemeler analiz edilerek ilâhi bilginin değeri ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.
|
İslam'ın ilahî adalet algısı, Tanrı'nın tüm toplumlara karşı eşit mesafede durması esasına dayalıdır. Bu algının oluşturduğu determinist kader algısı, zaman içerisinde başta siyasal endişeler olmak üzere çeşitli nedenlerle Müslüman bilginlerce fatalist bir karaktere çevrilmiştir. Fatalist yaklaşım, Müslüman bireyin, tarihini yönlendiren bir özne değil, itaati benimseyen bir nesneye dönüşmesine neden olmuştur. Fatalist kader algısı, toplumsal gereksinimleri dikkate almadığı gibi yaşanılan acı ve sıkıntıları günahların bir bedeli veya inancın olgunlaşması yolunda bir aşama olarak görmektedir. Bu anlayışa göre sorunlar, çözülmek yerine sabredilmesi gereken doğal olaylardır. Küreselleşen dünyamızda Müslüman toplumların kendi sorunlarını sağlıklı bir düzlemde çözüme kavuşturmaları, insanlığın geleceği açısından da oldukça önemlidir. Çözüm için Müslümanların İslâmî öğretinin önermiş olduğu determinist kader anlayışını benimsemeleri yeterlidir.
|
Bu çalışmada, inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî bir davranış üzerindeki etkileri konu edinilmiştir. Çalışmada ahlâkî davranışın teşekkül ve gelişiminde, inanç ve görev ahlakının etkileri farklı açılardan karşılaştırılmıştır. Bu bağlamda öncelikle insan psikolojisinin ahlak ve güdülenme üzerindeki etkisi açısından inancın erdemli bir davranışın ortaya çıkmasındaki rolü tartışılmış, sonrasında ise inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî bir kişilik oluşumunda hangi oranda etkin olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmada inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî davranışın oluşumunda karşılıklı olarak birbirini etkilemekle beraber, inancın ahlâkî bir kişilik oluşumunda görev ahlakı bilincinden daha etkin bir motivasyon gücü sağladığı görülmüştür. Buna göre ahlâkî kuralların belirlenmesinde sadece akıl ve vicdanın değil, inancın da etkin bir unsur olduğu kabul edilmelidir. Çalışmada son olarak istikrarlı bir toplum yapılanmasında inanç ve görev ahlakı kavramları arasında daha tutarlı bir ilişkinin nasıl kurulabileceğinin imkânları ile bireysel ve toplumsal açıdan olgun insan sınırlarının niteliği üzerinde tahliller yapılmıştır
|
Cehenneme girdikten ve işlenen günah miktarınca azap gördükten sonra insanların kurtuluşunun mümkün olduğuna ilişkin tartışmalar, asırlarca başta Mütekellimûn olmak üzere çoğu İslamî düşünürün zihnini meşgul etmiştir. Sınırlı bir zaman diliminde işlenen günahların sonsuz bir ceza ile karşılık bulmasının ahlaki, adlî ve aklî açılardan değerlendirilmesi gerekmektedir. Dini söylemin öngördüğü günah-ceza ilişkisinin sağlıklı bir incelenmesi, bireysel ve toplumsal açıdan çoğu yanlı ve yanlış anlayışın da sorgulanması için bir fırsattır. Psikolojik açıdan bireysel güvenin, sosyolojik açıdan toplumsal uyumun sağlanmasında büyük bir öneme haiz olan ateşten çıkış imkânının doğru bir şekilde değerlendirilmesi ahlâkî, felsefî ve dînî açıdan anlaşılması zor birtakım konuların çözümünü kolaylaştıracaktır. Müslüman kültüründeki ebedî azap inancı hakkında değerlendirmelerde ön plana çıkan iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisine göre azaptan çıkışın mümkün olamayacağı; ikincisine göre ise belirli bir süreden sonra azaptan çıkışın mümkün olabileceği şeklindedir. Ebedi azap kavramına yönelik bu iki yaklaşım tarzının da kendi içerinde bir takım açmazlar barındırdığı görünmektedir. Cehennem azabının varlık nedeni, kötülük yapmak isteyenlerin hak ettikleri ceza/karşılık iken, cehennem azabının ebedi olacağının haber verilmesinin sebebi, azap hakkında insanların uyarılmasını ve sakınmalarını sağlamaktır. Bu iki temelin sarsılmasına veya saptırılmasına yol açabilecek hiçbir yaklaşım tarzının kabulü islâmi yaklaşıma göre mümkün görünmemektedir
|