Melahat ATASEVER,
ALEV ÖZER , Numan ÇİM, Seda Sahin AKER
Melahat ATASEVER,
ALEV ÖZER ,
Numan ÇİM, Seda Sahin AKER
Modern obstetrik gelişmelere rağmen, uterus rüptürü anne ve fetüs için morbidite ve mortaliliteye neden olan önemli bir obstetrik komplikasyondur. Gelişmiş ülkelerde uterus rüptürünün başlıca nedenleri arasında geçirilmiş sezaryen öyküsü iken, gelişmekte olan ülkelerde ise, zorlu doğumlar gelmektedir. Uterus rüptürünün semptom ve bulguları non-spesifiktir. Abdominal ağrı, vajinal kanama ve kardiyotokografide fetal kalp hızı anormallikleri uterus rüptürünü düşündüren belirtilerdir. İkinci trimesterde tespit edilen, şüphelenilmediğinde erken tanının gecikebileceği, uterus rüptürü olgularını literatür eşliğinde sunmayı amaçladık. Uterus rüptürü için risk grubunda olan olgularda klinik bulgular ile birlikte, uterusun ultrasonografik olarak değerlendirilmesi tanıyı kolaylaştıracaktır. Tedaviye karar verirken; annenin ve fetüsün durumu, kanama miktarı ve gelecekteki fertilizasyon durumu da göz önünde bulundurulmalıdır.
|
Servikste fetal kemiklerin retansiyonuna bağlı sekonder infertilite olgusu sunmak. Kronik pelvik ağrı ve disparoni şikayetiyle hastaneye başvuran ve öyküsünden bir gebelik terminasyonu sonrası 12 yıllık sekonder infertil olduğu öğrenilen 34 yaşındaki hastanın transvajinal (TV) ultrasonografisinde (USG) serviks arka duvarda lineer ekojenik bir alan izlendi. Histeroskopik inceleme ile servikste yerleşmiş düzensiz sınırlı kalsifiye bir kitlenin varlığı doğrulandı. Histopatolojik incelemede bu kitlenin muhtemelen rahim içi araç etkisi oluşturmuş konglomere fetal kemik parçaları olduğu saptandı. Bu kitlenin çıkarılmasını takiben hastada 4 ay içerisinde spontan gebelik oluştu. Bu vaka sunumu ile indüklenmiş veya spontan abortus sonrası sekonder infertiliteyle başvuran hastalarda detaylı anamnez alınmasının ve TV USG yapılmasının önemini vurgulamaktadır.
|
Amaç: İnfertil kadınlarda yapılan histerosalpingografinin (HSG) tanısal bulgularının sunulması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak-Aralık 2015 tarihleri arasında üniversite infertilite kliniğinde yapılan HSG kayıtları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Anormal olarak değerlendirilen HSG sonuçlarındaki tanısal bulgular analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışma süresi boyunca yapılmış olan 610 HSG işleminin kayıtları incelendi. Hastaların ortalama yaşı 26.7±5.9 olarak saptandı. Yapılan HSG işlemlerinin 145' inde (%23,8) en az bir anormallik mevcuttu. Tubal oklüzyon en sık saptanan anormallik olup toplam 77 (%12,6) olguda (56 (%9,1) olguda tek taraflı , 21 (%3,5) olguda çift taraflı) izlendi. Üç (%0,5) olguda uterin kavitede, üç (%0,5) olguda servikal kanalda dolum defekti saptandı. Toplam 51 (%8,4) olguda müllerian anomali (üç (%0,5) olguda uterus didelfis, yedi (%1,2) olguda uterus unikornis, 34 (%5,6) olguda bikornu/septat uterus, yedi(%1,2) olguda arkuat uterus) saptandı. 17 (%2,8) olguda hidrosalpinks mevcuttu. Beş (%0,8) olguda peritoneal dağılım izlenmedi. Tartışma: Çalışmamızda anormal olarak değerlendirilen HSG oranı %23,8 olarak saptanmıştır. İnfertilite değerlendirmesinin temel unsurlarından biri olan HSG ucuz ve kolay uygulanabilir bir işlemdir. Gereksiz çekilen HSG sayısının azaltmak ve bu şekilde HSG'nin saptama oranını arttırmak için HSG endikasyonları belirlenirken daha seçiçi davranılmalıdır.
|
Amaç: Folik asit takviyesinin Türk toplumunda gebelerin serum folat düzeyleri üzerine etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Toplam 397 hastanın klinik kayıtları retrospektif olarak incelendi. Folik asit takviyesi yapılıp yapılmamasına göre hastalar 2 gruba ayrıldı: Grup 1 (n=294), gebelikten önce veya gebelik sırasında folik asit takviyesi kullanmamış hastalar, Grup 2 (n=103) gebelik öncesinden başlayarak düzenli olarak hergün 400 mcg kullanan hastalar. Gruplar demografik ve laboratuar veriler açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Gebelik öncesi ve gebelik sırasındaki hemoglobin, serum kalsiyum ve serum folat seviyeleri her 2 grupta benzer olarak saptandı (sırasıyla p=0.544, p=0.549, p=0.289, p=0.299, p=0.072 ve p=0.061). Grup 1 için gebelik öncesi ve gebelik sırasındaki folat konsantrasyonları arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.059). Grup 2 için gebelik öncesinde ve gebelik sırasında folat konsantrasyonları istatistiksel olarak benzerdi (p=0.057). Molar gebelik, intrauterin ölüm, nöral tüp defekti, ventriküler septal defect, fetal büyüme kısıtlılığı, preeklampsi, preterm doğum, doğum ağırlığı, yenidoğan yoğun bakım gereksinimi, 1. ve 5. dakika Apgar skorları gibi perinatal sonuçlar bakımından gruplar benzer olarak saptandı (sırasıyla p=0.760, p=0.576, p=0.382, p=0.553, p=0.452, p=0.940, p=0.683, p=0.855, p=0.710, p=0.910 ve p=0.924). Tartışma: Mevcut çalışmanın bulguları, gebe kadınlarda sadece günlük beslenme alışkanlıklarıyla serum folat düzeylerinin 4.5 ng/ml üzerinde tutulabildiğini düşündürmektedir.
|
Gebelikte ortaya çıkan uterin prolapsus 10.000-15000 doğumda bir görülmektedir. 30 yaşında gravida 3 parite 2, 35 haftalık gebeliği mevcut olan hastada pelvic organ prolapse quantification (POP-Q) sisteme göre evre 3 C uterin prolapsus saptandı. Mevcut olan servikal ödemin azaltılması için Tradelenburg pozisyonunda istirahat ve serum fizyolojikle nemlendirme önerildi. 5 hafta sonra 3500 gr erkek bebek sezaryen seksiyo ile doğurtuldu. Gebeliğe bağlı uterin prolapsus olgularında gebelik boyunca konservatif tedavi yaklaşımları önerilmektedir.
|
Amaç: Laparoskopide kapalı girişte eksternal supraumbilikal bası tekniğinin güvenilirliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmada toplam 65 hasta 3 gruba randomize edildi: Grup 1 (n=22), kapalı laparoskopik girişte CO2 insuflasyonu ile oluşturulmuş 15 mm Hg intraabdominal basınç (İAB), Grup 2 (n=22), supraumbilikal bası ve CO2 insuflasyonunun kombine kullanımı ile oluşturulmuş 25 mm Hg İAB, Grup 3 (n=21), CO2 insuflasyonu ile oluşturulmuş 25 mmHg İAB. Gruplar, CO2 insuflasyon hacmi, pnömoperiton mesafesi, operasyona başlama-trokar girişi arasındaki süre ve cerrahi komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Grup 1, 2 ve 3'teki pnömoperiton mesafesi sırasıyla 8.4, 7, 11.2 cm olarak saptandı (p<0.001 Grup 1 vs 2, Grup 2 vs 3, Grup 1 vs 3). Grup 1, 2 ve 3'teki operasyona başlama-trokar girişi arasındaki süre sırasıyla 377.2, 365.4 and 463.5 saniye olarak belirlendi (Grup 1 vs 3 ve Grup 2 vs 3 için p<0.001, Grup 1 vs 2 için p=0.838). Grup 3'teki CO2 insuflasyon hacmi Grup1 ve 2 ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak daha yüksekti (Grup 1 vs 3 ve Grup 2 vs 3 için p < 0.001). Cerrahi komplikasyon oranları açısından gruplar istatiksel olarak benzerdi (p=0.128). Tartışma: Klasik kapalı giriş teknikleriyle karşılaştırıldığında, ekternal bası tekniğindeki kısa pnömoperiton mesafesi bu tekniğin güvenilirliğinde potensiyel bir azalmaya neden olabilir.
|
Nadir görülen bir durum olan vaza previa; fetal kan damarlarının, fetusun prezente olan kısmı yanında ve uterus alt segmenti boyunca, umbilikal kordon veya plasenta desteği olmaksızın seyretmesi olarak tanımlanır. Bu yazıda, doğum eylemi sırasında, amnion zarı palpe edilerek tanı konulan bir vaza previa olgusu tanımlanmış; fetal kan damarlarının bütünlüğünü bozarak veya fetal damarları kompresyona uğratarak perinatal morbidite ve mortalite riskini belirgin ölçüde arttıran bu duruma dikkat çekilmesi amaçlanmıştır.
|
Amaç. Bu çalışmada serviks kanserinde prognostik etkisi olduğu düşünülen faktörlerin yaşam oranları üzerindeki etkisi değerlendirildi. Yöntem. 1993-2007 tarihleri arasında evre IB serviks kanseri tanısı alan, tip III radikal histerektomi ve sistematik bilateral pelvik+para-aortik lenfadenektomi geçiren 193 hastanın verileri gözden geçirildi. Bulgular. 23 hasta cerrahiden hemen sonra kontrollere gelmediğinden çalışma dışı bırakıldı. Değerlendirilen 170 hastanın yaş ortalaması 53 yıldı, ortanca takip süresi 62 aydı. Bu süre içinde 27 hastada nüks geliştiği ve 26 hastanın öldüğü belirlendi. Univaryant analizde herhangi bir lenf nodunda metastaz varlığı, pelvik veya para-aortik lenf nodu tutulumu ve adjuvan radyoterapi hastalıksız yaşam oranı (DFS) ve sağ kalım oranı (OS) için anlamlıydı. Yaş ve lenfovasküler alan invazyonu sadece OS için, stromal invazyon derinliğiyse sadece DFS için anlam taşımaktaydı. Tümör boyutu, evre, hücre tipi, grade , parametrial tutulum ve cerrahi sınır pozitifliğinin prognostik değerinin olmadığı görüldü. Multivaryant analizde ise herhangi bir lenf nodunda metastaz varlığı, pelvik lenf nodu tutulumu ve yaşın, hem DFS hemde OS için bağımsız prognostik faktörler olduğu saptandı. Stromal invazyon sadece DFS için bağımsız prognostik faktördü. Buna karşın para-aortik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler alan invazyonu ve adjuvan radyoterapinin anlamlı olmadığı belirlendi. Sonuç. Bu çalışmada erken evrede radikal histerektomi sonrası yüksek-riskli grubu belirleyen faktörlerden sadece lenf nodu durumunun önemli olduğu görüldü. Bunun yanı sıra yaşın lenf nodu durumu kadar yaşam oranları üzerine etkili olduğu saptandı.
|