OBJECTIVES: Since many similar mechanisms may play a role in the pathophysiology of sarcoidosis and atherosclerosis, the risk of subclinical atherosclerosis may be increased in patients with sarcoidosis. The aim of this study was to evaluate known markers of subclinicalatherosclerosis, namely epicardial fat thickness (EFT) and carotid intima-media thickness (CIMT) in patients with sarcoidosis.MATERIALS AND METHODS: This cross-sectional study included a total of 183 subjects, including 94 patients with sarcoidosis (patientgroup) and a control group of 89 healthy individuals. Measurements of EFT and CIMT were taken from all subjects and recorded. Thegroups were compared, and differences were analyzed statistically.RESULTS: EFT was higher in patients than in control subjects (6.42±1.12 mm vs 7.13±1.41 mm, p<0.001). CIMT was higher in patientsthan in control subjects (0.51±0.02 mm vs 0.52±0.02 mm, p=0.003).CONCLUSION: EFT and CIMT were found to be higher in patients with sarcoidosis than in healthy people. These results indicate thatthe risk of subclinical atherosclerosis might be increased in these patients.
|
Amaç: Hipertrofik kardiyomiyopati hastalarında subklinik koroner ve karotis aterosklerozu riskinin artıp artmadığı bilinmemektedir ayrıca epikardiyal yağ dokusu ve karotis intima‐media kalınlıklarının genel popülasyonda kardiyovasküler riskleri gösterdiği net olarak gösterilmiş olmasına rağmen, hipertrofik kardiyomiyopati hastalarında ani kardiyak ölüm riskini gösterip göstermediği net değildir. Bu çalışmanın amacı bu riskleri değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışma kesitsel olarak dizayn edildi. Hipertrofik kardiyomiyopatili 58 hasta ve hasta grubu ile benzer demografik özelliklere sahip 57 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Hasta grubundaki bireylerin 5 yıllık ani kardiyak ölüm riskleri hesaplanarak kaydedildi. Her iki grupta epikardiyal yağ dokusu ve karotis intima‐media kalınlıkları ölçülerek aralarında istatistiksel anlamlı fark olup olmadığı karşılaştırıldı. Ek olarak ani kardiyak ölüm riski ile epikardiyal yağ dokusu ve karotis intima‐media kalınlıklarının korele olup olmadığı da değerlendirildi. Bulgular: Epikardiyal yağ dokusu kalınlığı hasta grubunda istatistiksel anlamlı olarak yüksek bulundu (6,06±0,7 mm vs. 5,31±0,86 mm, p<0,001) ancak bu artış ani kardiyak ölüm riski ile korele değildi (r=0,151, p=0,257). Diğer taraftan karotis intima‐media kalınlığı bakımından iki grup arasında anlamlı fark bulunmadı (0,54±0,05 mm vs. 0,53±0,52 mm; p=0,148) ve karotis intima‐media kalınlığı ani kardiyak ölüm riski ile korele değildi (r=0,177, p=0,184). Sonuç: Hipertrofik kardiyomiyopatili hastalarda kontrol grubuna kıyasla epikardiyal yağ dokusu kalınlığı artmış, karotis intima‐media kalınlığı ise değişmemiştir. Gerek epikardiyal yağ dokusu kalınlığı gerekse karotis intima‐media kalınlığı hipertrofik kardiyomiyopati hastalarında hesaplanan 5 yıllık ani kardiyak ölüm riski ile korele değildir.
|
Introduction: Although atherosclerotic cardiovascular diseases and cardiovascularrisks are known to increase in patients with end-stage renal disease, it is notclear whether these risks increase in the geriatric patient population as well. Thisstudy aims to evaluate these risks in geriatric patients with end-stage renal diseaseby evaluating epicardial fat and carotid and femoral intima-media thicknesses,known as markers, for subclinical atherosclerosis and cardiovascular risks.Materials and Methods: This cross-sectional study included 52 patients whostarted to receive chronic hemodialysis treatment after the age of 65 years (meanage 73.92±5.63) years with end-stage renal failure and 51 healthy volunteers(mean age: 74.49±4.63 years). Epicardial fat and carotid and femoral intima-mediathicknesses were measured and compared between these groups.Results: Carotid intima-media and epicardial fat thicknesses were significantlyhigher in the patient group than in the control group (0.91±0.08 vs. 0.71±0.1mm, p<0.001 and 0.84±0.17 vs. 0.75±0.17 cm, p=0.01, respectively). However, nosignificant difference was observed in femoral intima-media thickness between thetwo groups (0.58±0.07 vs. 0.56±0.97 mm, p=0.266). Correlation analysis revealeda significant positive correlation between the duration of dialysis and epicardialfat and carotid intima-media thicknesses (r=0.611, p<0.001 and r=0.337, p=0.015,respectively). Furthermore, regression analysis revealed a significant relationshipbetween the duration of dialysis and carotid intima-media thickness (β=0.657,p=0.001).Conclusion: Epicardial fat and carotid intima-media thicknesses increase ingeriatric patients with end-stage renal disease but with no significant changesin femoral intima-media thickness, indirectly suggesting that subclinicalatherosclerosis and cardiovascular risks are increased in these patients.
|
Amaç: Ortalama trombosit hacmi (OTH), kırmızı kan hücresi dağılım genişliği (KKDG), nötrofil-lenfosit oranı (NLO) ve lenfosit-monosit oranının (LMO) arteryel istenmeyen olaylar için öngördürücü olduğu bilinmesine rağmen derin ven trombozu (DVT) tanısında yerinin olup olmadığı net değildir. Bu çalışmanın amacı bunu değerlendirmektir. Bu amaçla OTH, KKDG, NLO ve LMO normal sağlıklı populasyonda ve DVT tanısı almış hastalarda ölçülerek karşılaştırılmıştır.Materyal ve Metot: Çalışma geriye dönük planlandı. Akut DVT tanısı konulmuş 77 hasta ve 67 sağlıklı gönüllünün OTH, KKDG, NLO ve LMO değerleri kaydedildi ve arada istatistiksel anlamlı fark olup olmadığı değerlendirildi. Ek olarak hasta grubunda bu hematolojik parametreler ile başvuru anındaki D-dimer değerleri arasında korelasyon olup olmadığı araştırıldı.Bulgular: Hasta grubunda OTH, KKDG ve NLO değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti (9,68±1,89 vs. 8,9±1,01, p=0,003, 12,77±3,67 vs. 11,15±2,16, p=0,002 ve 1,91±0,84 vs. 1,51±0,54, p=0,001, sırasıyla). Lenfosit-monosit oranı ise hasta grubunda daha düşük bulundu (6,27±3,14 vs. 8,85±3,92, p<0,001). D-dimer ile OTH, KKDG ve NLO arasında pozitif, LMO ile ise negatif yönlü korelasyon bulundu (sırasıyla; r=0,693, p<0,001, r=0,896, p<0,001, r=0,798, p<0,001 ve r= -0,287, p=0,011)Sonuç: Akut DVT hastalarında OTH, KKDG, NLO sağlıklı popülasyona göre artmış, LMO ise azalmıştı. Bu bulgular bize, bu belirteçlerin akut DVT tanısında yardımcı olabileceğini düşündürebilir.
|
Amaç: Bu çalışmanın amacı kardiyoloji polikliniğineçarpıntı veya göğüs ağrısı yakınmasıyla başvuran 18-25 yaşaralığındaki bireylerde kalp hastalığı varlığı ve yokluğunagöre anksiyete ve depresyon düzeylerini karşılaştırmaktır.Gereç ve Yöntem: Başkent Üniversitesi Adana Dr.Turgut Noyan Araştırma ve Uygulama Merkezi KardiyolojiPolikliniğine başvuran 18-25 yaş aralığındaki bireylerdeğerlendirilmiştir. Ellidört erkek ve 60 kadın olmak üzeretoplam 114 kişi çalışmaya alınmıştır. Hastaneyebaşvuranların yanında refakatçi olarak gelen 18-25 yaşaralığındaki sağlıklı 44 kişi kontrol grubunu oluşturmuştur.Veri toplama aracı olarak Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ)ve Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) kullanılmıştır.Bulgular: Vaka grubunda 77 kişide herhangi bir kalphastalığı saptanmamıştır. Otuz yedi kişiye bir kalp hastalığıtanısı konmuştur. Gruplar BDÖ ve BAÖ puanlarıaçısından karşılaştırılmıştır. Göğüs ağrısı veya çarpıntıyakınması ile başvuran kalp hastalığı olan ve kalp hastalığıolmayan gruplardaki BDÖ ve BAÖ puanları yakınmasıolmayan kontrol grubuna göre anlamlı derecede dahayüksek saptanmıştır.Sonuç: Kardiyoloji polikliniğine göğüs ağrısı veya çarpıntıyakınmasıyla başvuran 18-25 yaş aralığındaki bireylerdekalp hastalığı varlığından bağımsız olarak depresyon veanksiyete düzeyi puanları kontrol grubundan anlamlı olarakyüksek bulunmuştur
|
Amaç: Bu çalışmada, koroner bilgisayarlı tomografik anjiyografi (KBTA) ile saptanan koroner arter hastalığı(KAH) ve koroner arter kalsiyum skorunun (KAKS) kırmızı kan hücresi dağılım genişliği (RDW) ve ortalamatrombosit hacmi (MPV) arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlandı.Gereç ve Yöntem: Anjina veya benzeri semptomlar nedeniyle 64 kesitli KBTA uygulanan 172 hastanın tıbbikayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların klinik özellikleri, risk faktörleri, KAKS’ı da içeren KBTAsonuçları, RDW, MPV değerlerini de içeren biyokimyasal ve hematolojik parametreleri kaydedildi.Bulgular: Çalışma popülasyonu KBTA sonuçlarına göre KAH (n=85) ve normal koroner arter (NKA) (n=87)olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ortalama RDW (%15,36±1,15’e karşı %14,37±2,01; p<0,001) ve MPV (7,95 ±1,57 fL’e karşı 7,12±1,26 fL, p<0,001) seviyeleri KAH grubunda NKA grubuna göre anlamlı olarak yükseksaptandı. KAKS ile yaş (r=0,339, p<0,001), açlık kan şekeri (r=0,223, p=0,003), C-reaktif protein (r=0,294,p<0,001), RDW (r=0,157, p=0,04) ve MPV (r=0,221, p=0,004) arasında pozitif korelasyon saptandı. Yapılançok değişkenli lojistik regresyon analizinde KAKS [odds oranı (OR): 1,005; %95 güven aralığı (CI): 1,002-1,008; p=0,001] ve MPV [OR: 1,410; %95 CI: 1,069-1.860; p=0.015] KBTA ile saptanan KAH’ın bağımsız riskfaktörleri arasında saptandı.Sonuç: RDW ve MPV KAH grubunda anlamlı olarak daha yüksek saptanmıştır. Koroner aterosklerozun iyi birgöstergesi olan KAKS ile bu parametreler arasında pozitif bir korelasyon gösterilmiştir. MPV ve RDWdüzeylerinin çok çeşitli faktörlerden etkilenebileceği de düşünülürse bu konuda geniş kapsamlı ileri prospektifçalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
|
Aim: Even though it is well known that major adverse cardiac event rates elevate in cardiac syndrome X(CSX) patients, it is not clearly known whether the risk of atrial fibrillation (AF) and ventricular arrhythmia(VA) is elevated or not. The purpose of this study was to evaluate AF and VA risks. Therefore, P wave dispersion (PWD), an indicator of development of AF; and corrected QT interval dispersion (CQTD), Tp-e interval,Tp-e interval/corrected QT ratio, which demonstrate the risk of development of VA, were assessed in CSXpatients.Methods: The study was realized as a retrospective trial. A total of 298 subjects (155 CSX patients, 143controls) were examined. PWD, CQTD, Tp-e interval, Tp-e interval/corrected QT ratio were calculated andcompared between both groups.Results: PWD, CQTD, Tp-e interval, Tp-e interval/corrected QT ratio values were elevated in CSX patientscompared to the healthy subjects (p=0.003, p<0.001, p<0.001 and p<0.001 respectively).Conclusion: Based on these outcomes it may be thought that CSX patients have increased atrial and ventricular repolarization abnormalities compared to normal population. Furthermore, our results may indirectlyindicate that patients with CSX have increased risk of AF and VA.
|
Objective: Breast cancer is the most common cancer in women. Trastuzumab is an effective breast cancer agent. The most significant side effect of trastuzumab is left ventricular systolic dysfunction. Selvester score calculated from 12-lead electrocardiography (ECG) has a proven accuracy in predicting left ventricular infarct area and scar volume. We aimed to determine its role in detection of left ventricular systolic dysfunction among trastuzumab-treated breast cancer patients. Methods: A total of 60 trastuzumab-treated patients were retrospectively included. The patients were grouped into two groups with trastuzumab-induced left ventricular systolic dysfunction (left ventricular ejection fraction (LVEF) <55%) (Group 1) and without (Group 2). The left ventricular systolic dysfunction group was divided into two subgroups: LVEF <50% and (Group 1a) and LVEF 50–54% (Group 1b). The Selvester score was compared between Group 1 and Group 2, and between Group 1a, Group 1b, and Group 2. The predictive role of Selvester score in trastuzumab-induced left ventricular systolic dysfunction was determined with univariate and multivariate analysis. Results: The mean age of the patients was 56.7±13.7 years. Twenty (21.1%) patients had trastuzumab-induced left ventricular systolic dysfunction. The Selvester score was similar between Group 1 and Group 2. Group 1a had a significantly greater Selvester score compared to Group 1b and Group 2 (p<0.05); however, Group 1b and Group 2 had similar Selvester scores (p>0.05). The Selvester score was significantly correlated with left ventricular systolic dysfunction in univariate analysis (r=0.189, p<0.05) but not in multivariate analysis. Conclusion: Selvester score may be useful especially for detecting severe trastuzumab-induced left ventricular systolic dysfunction.
|
Aim: Elevated red blood cell distribution width (RDW) and mean platelet volume (MPV) levels which are closely associated with chronic inflammation and platelet aggregation are suggested as independent predictors of obesity and cardiovascular diseases. However influence of significant weight loss following bariatric surgery on these parameters is unknown. Therefore we aimed to find out the effect of significant weight loss following laparosco-pic sleeve gastrectomy (LSG) on RDW and MPV levels.Methods: The medical data of 98 morbid obese subjects (25 male, 73 female) who were operated between February 2015 and June 2017 according to indications of bariatric surgery in current guide-lines including body mass index (BMI) >40 kg/m2 or BMI= 35-40 kg/m2 with additional comorbidities were recorded. The difference bet-ween baseline and values at one year was expressed as a delta (Δ).Results: The mean age of our study population was 41.89±11.99 years and mean weight loss in one year after LSG was 45.41±13.13 kg (36.5%). BMI decreased from 46.60±7.11 kg/m2 to 29.58±4.63 kg/m2. Compared to the baseline, significant decreases in RDW (14.61±1.69 % vs. 13.71±2.10 %; p<0.01) and MPV (8.63±1.45 vs. 7.92±1.24 fL, p<0.001) levels were found in the postoperative one-year values. In addition; ΔVKI was positively correlated with ΔRDW (r=0.343, p<0.01) and ΔMPV (r=0.322, p<0.01).Conclusion: We found that morbid obese subjects have signifi-cantly decreased RDW and MPV levels which are correlated to their weight loss in one-year follow-up after LSG. If we think that several factors may affect these parameters, conduction of further pros-pective large-scale studies are needed.
|